Adanın kuzey yarısında Cumhurbaşkanlığı seçimleri olacak Nisan ayında…
Ancak, seçim tarihi henüz resmileşmedi…
Nüfus sayısı ise on yıllardır resmileş(e)medi….
Tek bildiğimiz, yerelde Cumhurbaşkanı, uluslararası alanda ise toplum liderliği sıfatını almak için 5 adayın yarışacağı…
5 adayın 4’ü parti başkanı (biri başkanlıktan istifa etmişmiş de bağımsızmışmış), 4’ü seçilmiş milletvekili, 1’i mevcut seçilmiş cumhurbaşkanı, aynı zamanda adaylardan bir diğeri vekilliğin yanında mevcut başbakan, bir diğeri eski başbakan, ve sonuncusu da mevcut dış işleri bakanı ve başbakan yardımcısı.
Özetle, dün ve bugün yönetim erkinde karar alıcı pozisyonlara hakim olanların her biri aday. Hiyerarşide en düşük olan, milletvekili.
Tümü, seçilirlerse güzel günlerin bizi beklediğini söylüyor.
Tümü, seçilmiş şahsiyetler olmasına rağmen, yeniden seçilmeleri durumunda daha iyisini, daha güzelini, daha değerlisini sunacağını söylüyor.
Ancak yasal zemin olan kktc anayasası ve onun çerçevesinde oluşturulan yasaların büyük bölümünün iş yapılamaz bir iklim yarattığından bahsetmiyor.
Demokrasi, insan hakları, özgürlük, ekoloji, ekonomi hiçbirine uygun bir zemin sunmayan bir toplum sözleşmesine sahip olmamız gerçeğini yok sayıp, imkansız zeminde irade sahibi olduklarını unutuyorlar.
Hala daha hiçbiri kktcnin kendi başına bir sorun olduğunu söylemiyor.
Siyasi varoluşun garanti antlaşmlarından kaynaklı bir askeri operasyonun sonucunda, tanınmayan bir garnizon devleti ile mümkün olmadığını ve kurulu düzenin sivil bir irade anlamına gelmediğini söylemiyorlar.
Bizlere, garnizondan bozma bir idarede insana yaraşmayan koşullarda neredeyse yarım asır tükettiğimizi söylemiyorlar. On binlerce insanın, milliyetçi mitlerle insan gibi yaşama hakkının gasp edildiğini söylemiyorlar.
Sivil bir iradenin garanti antlaşmasının yarattığı oldu-bittinin sonlanması ile bağlantılı olduğunu söylemiyorlar.
İşin garibi, gerçeğimizi etraflıca konuşmadan, bildiğimiz gerçekleri unutmak zorunda kalacağımız günlere gidiyoruz koşar adım. Ancak, adanın kuzeyine hükmettiğini iddia eden, adına kktc denilen; militarist, ayrılıkçı, ayrımcı, etnik milliyetçi ve daha bir sürü utanç duyulacak özelliklere sahip ideolojik yapılanmanın, adadaki temel sorunlarından biri olduğunu görmezden geliyoruz.
Verili ilişki biçimini eleştiren olursa, sen zaten öteki adayı destekliyorsun yaftası ile konuşulması gereken konuşturulmuyor. Çünkü, biz sıradan insanlar için, yetki sahibi olanların, yetki sahibiyken yaşadıklarını hatırlatması yasak!
Seçim ifadelerin yarışı olmaktan çıkıp, herkesin birbirini sansürleme yarışına dönüyor.
2 dizelik aynı nakaratı dinleyeceğiz seçim dönemi süresince
Erhürman’ı eleştirmeyin, 2. turda oy vermeyiz.
Akıncı’yı eleştirmeyin, 2. turda oy vermeyiz.
2. turda oy vermeyceğiz tehdidi üzerinden şekillenen bir ilk tur yaşıyoruz. Günün sonunda bütün kampanya ve söylemler bu noktada kilitleniyor.
Seçmen sayısı tam olarak belli olmayan ülke yarısında, seçim yapıp birinin diğerine galip olmasını ve karanlıktan aydınlığa çıkarmasını bekleyen umutlu pembe koyunlar gibiyiz.
Derdimiz özgür olmak mı yoksa şovun devam etmesi mi bir türlü emin olamıyorum.
Galiba kolektif bilincimiz bu konuda karar verebilme yeteneğine haiz değil.
Özgür olmanın sınırsızlığını talep etmek yerine bu kavramı anlamakta cahil kalmış bir topluluk olduğumuzdan kaynaklanıyor belki de…
En değerli şeyin özgürlük olduğunu ve bunun ganimetten devşirme 3 oda bir salon haneden öte olduğunu kavramayı beceremediğimizden kaynaklanıyor belki de…
Yorgo’nun, Maria’nın hatırılarının üstüne yeni bir bellek yazmayı yeğlemeyi tercih etmemiz paradoksunu aşamadığımızdandır belki de…
Özgürlüğün anlamını kavrayamıyor olmamızın sebebi adalı kolaycılığımızın vurdumduymazlığa dönüşümünün bir sonucudur…
Kim bilir…
Kaderini belirlemek isteyen ama bunu dile getirebilen bir kitle değiliz. Yarım yamalak ülkenin, yarım yamalak özneleri gibi davranıyoruz ve bunu hiç garipsemiyoruz…
Sağdaki geleneksel milliyetçi ton sabit.
Arıklı, Tatar, Özersay hemen hemen aynı şeyi söylüyor. Erhürman’da sağ oylara talip olmak uğruna, Özersaylaşmayı göze alıyor.
Anlayacağınız, solda işler karışık…
Vatandaş ince hesapları kavramak zorunda değil. Çok daha basit düşünüyor:
Bir kısım insan Akıncının özgürlükçü dilini hissederek taraf olmaya çalışıyor.
Bir başka kısım insan ise Erhürman’ın pragmatizmine umut bağlıyor.
Verili gerçekliğimizin berbatlığına bir set çekip, pragmatizmin özgürleştirici olma ihtimali ile özgürlüğün kendisini birbirine denkleştiriyoruz. Çünkü, akılda tutmak zorunda olduğumuz deniz aşırı “dengeler” önemli.
Tanıdık deyişle “burası önemli”:
Statüko değişecekse değişsin, ancak, eğer değişmezse, geri döneceğimiz ve hesap vermek zorunda olmayacağımız bir yapının büyüleyici garantisinden vazgeçmek istemiyoruz. “Garantili özgürlüğümüzden” ödün vermekten düpedüz korkuyoruz. Ancak korkuyu ve nedenini konuşmak yerine, korktuğumuz şeyi rasyonelleştirmekte buluyoruz çıkışı…
Evrensel İnsan Hakları Beyannemesi insanlığın “korkudan kurtulmasını” öngürür.
Kuzey coğrafyasında ise tam tersini yapıyoruz. Korku düzeninin içselleştirilmesinden yana tavırlar sergiliyoruz.
Korkuya teslim oldukça “makul”, korkuya karşı çıktıkça “marjinal” oluyoruz.
Korku ile beslenen, muhafazakar ve milliyetçi kuşatmasında, “insan” olmayı seçmekle suç işliyoruz. Yeterince işbirlikçi olamıyoruz…
Kolektif bir biçimde, insanlıktan ödün vermemizin “makul” olduğu bize anlatılmaya çalışıyor.
Köleleşmiş zihniyetlere karşı insan olmakla ilgili erdem “korkuya karşı” durmakla başlar. Ancak koşar adım korkuyla uzlaşma biçimi arıyoruz.
Korkunun içselleştirildiği dengeli politik jargonumuzda, tek özgürleştirici alanımız olan “korkuyla kavga” etmenin de lanetli bir durum yarattığı düşünüyor, psikolojik karşılığını bilmediğim ancak adını iktidar olma fetişizmi koyduğum bu hastalıkla çebelleşiyoruz…
Kavga etmek kötüleniyor. Ne garip…
Oysa ki ne kadar da kolay unuttuk, muhalif ruhumuzun aşkın ve kavganın şairi Nazım’a borçlu olduğumuzu.
Emek için, adalet için, hak için, hukuk için, eşitlik için, özgürlük için ve barış için kavga edenlerden yana olduk hiç gitmediğimiz ve tanımadığımız coğrafyalarda.
Adalı olmayı kavga edenlerin yoldaşlığında buldu ve zaten kavga edenlerin başına gelenlerdi, muhalif olmamızın sebebi.
Öğrenciyken veya işçiyken Adana’da, İstanbul’da, Ankara’da veya Lefkoşa’da vurulanlar, katledilenlerin kavgasıydı bu adanın efendisi olduğumuzu hatırlatan…
Ne ara kavga etmek kötü oldu, anlamakta zorlanıyorum…
Geçtim anlamayı, dile getirirkenden yine yaftalanmakla sonuçlanıyor tepki verenler.
Siyasi olarak konuşmak mümkün olmayınca, anlamsız bir diyalog ortamı oluşuyor.
Körler ve sağırlar birbirini ağırlarken, işbirliğini beceremeyen çıkar gruplarının ve örgütsel önceliklerin kısa dönemli hesaplamalarında dengelere oynuyor.
Birbirinden farklı olduğunu söylenen ve buna ikna olan insanların farklılığı kabul edip farktan taraf olması “2. turda oy vermeyiz” tehdini gündeme getiriyor.
Paradoksal ve de ahmakça bir süreç yaşamak zorunda bırakılıyoruz.
Bu noktada biraz da “liderlik” iddiasını sorgulamak gerek belki de…
Bu topluluğun yerleşik gerçeği olarak bir “lidere” sahip olması ve bu süreci yönlendirmesi bekleniyor.
Kolonyal dönemden kalma uzlaşmazlığımızın demode sıfatları “Zulu kabilesi” muamelesi ile başbaşa kalmamıza sebep oluyor.
Uluslararası toplumun ürünü Birleşmiş Milletler’in oryantalist Kıbrıs anlayışının berbatlığında, insan hak ve özgürlükleri üzerinde doğru düzgün tek kelam etmeden, Kıbrıs adasının kaderini belirleyecek tek tartışma yaşamadan sloganlarla kendimizi ifade etmeye çalışıyoruz.
“İki devletlü isterük” ile “Federal isterük” tartışmasında, “ilhak” kelimesi fırlıyor.
Uğruna öldüğümüz ve öldürdüğümüz adalı kavgasının getirdiği uzlaşmazlık, deniz ötesinden gelen müdahale sonrasında bir kazanan ve bir kaybeden hikayesi olarak anlatılmıştı bunca yıl.
Onun da artık sonuna mı geliyoruz ne. Kazanan kaybeden anlatısından, kazananlara geçecekken, hokus pokus, bir anda hep birlikte kaybedenler haline getiriyoruz.
Bildiğimiz tüm gerçeklerin sonunun geldiği günleri yaşıyoruz.
Herkesin kaybedeceği bir hikayeye yaklaşırken, hala “2. turda oy vermeyiz” tehdidi en önemli siyasi ifade olabiliyor özgürlüğün ne demek olduğu unutulmuş “garantili” coğrafyamızda. İrade diye yazılıp, “2. tur” diye okunan berbat bir cümlede hapsolmuş gibi…
Altı boş,
Üstü boş,
Her yanı bomboş sloganlarla “var olmaya” çalışıyoruz.
Öfkeleniyorum.
Seçimlerdeki sınırlı söylemleri bir kenara bırakıp, “bizi ne kurtarır?” sorusunu soracak oluyorum, “biz” denen kitlenin nerede başlayıp nerede bittiğini bile kavramakta zorlanıyorum.
Toplum lideri adayı olan şahsiyetler, “biz” diyerek Kıbrıslı Türk insanını mı yoksa kktc vatandaşı olan insanlara kadar bir gruptan oy alabilme telaşındayken; ciddi ciddi “biz kimiz” diye sorgulumak naif gelebilir.
Ancak, kktc vatandaşı olmayan ve olma arzusu da olmayan insanlara karşı olan sorumluluklar konusunu açmak gerekmez mi geleceği kuracak bir liderlikten bahsederken?
Bu adada yaşayan Afrikalı, Asyalı, Orta Doğulu onlarca etnik kökenden insanın hayatını etkileyecek kararlar verebilme yetkisine sahip kişinin “biz” ile birlikte “öteki” olanı da temsil etmesi liderlik vasfı olarak anlaşılması gerekmez mi ?
Ötekini anlamaktan aciz bir şahsiyetin “liderliği” Zulu kabilesi olarak görülmemizi perçinlemez mi ?
Eğer geleceğe dönük kararlar almak istiyorsak, kabile spiritualizminden kurtulup adanın kuzeyinde yaşamlarını kuran her bir insanın iradesini yansıtacak bir siyasi gücün temsilinin gerekli olduğuna inanıyorum.
Seçilecek kişi “biz” dediğinde sınırlarını Türkçe konuşan ve Kıbrıs’ın kuzeyinde bulunan insanlarla çizilmiş bir alanla sınırlanmamalı.
Biz, kuzeydeki ahaliyi olduğu kadar kader ortağımız Kıbrıslı Rumları ve “bizi” oluşturan unsurların ayrı düşünülemez azınlık topluluklarını, bunula birlikte göçmenleri, öğrencileri, ötekileri de barındırabilmeli. Heyecana ve kadere ortak edebilmeli. Yemek yerken oturduğumuz lokantanın sahibinin olduğu kadar, bulaşıkçısının da “lideri” olabilmeli…
Seçim yapıyoruz…
Dışardaki bir iktidar odağına sözcü aramıyoruz.
Dışardaki iktidarın kirli çamaşırlarını dengeleyecek birini hiç aramıyoruz.
Geleneksel sınırların ötesini düşünebilen, yaşayabilen ve bugünden çok daha büyük ve karmaşık bir grubu temsil edecek, çok daha evrensel bir “biz” anlayışını ihtiyacımız var.
Bunun gelişmesi için de reklam edilenin ötesinde, kapsayıcı ve katılımcı bir anlayışın gelişmesine ön ayak olacak bir sürece ihtiyaç var.
Hani, önümüzdeki 2 ay değil 5 yılı düşünmek gerek diyenler var ya… Onların da havada bıraktığı nokta bu aslında.
Önümüzdeki 5 yılı düşüneceksek bunun için ezbere değil içerikli tartışmalara ihtiyacımız var. Ancak, gelinen noktada içerikli bir ifade ortaya koyan tek isim Mustafa Akıncı… Ve onun bile hala daha merak ettiğim ancak henüz ifade etmediği birçok noktada düşünceleri var. Diğerleri bu pozisyonalarını kamuoyu ile paylaş(a)madı henüz…
Belirsizliğin siyasetinde, net olarak hiçbirşey konuşulmayan bir süreç yaşamaktan yana adayların bir kısmı… Politika yapmaktan korkan, ama kendini “lider” görmek isteyen garip bir seçim başka bir deyişle…
Bizi ne kurtarır diye sordum demiştim…
Basit cevaplarım var elimde… Henüz olgunlaşmayı bekleyen…
Ancak bizi ne kurtarmaz onu söyleyerek bitirelim…
Mesela, kendi hakikatlerini yıkılmaz bir gerçek gibi ortaya koyarken, ötekinin hakikatlerini duymayan biri bizi kurtaramaz…
Herşeyi milliyetçiliğin sınırlarına hapseden, etnik kimliklerin dışında düşünemeyen biri de bizi kurtaramaz
Etnik milliyetçi bir bakış açısıyla, empati yeteneğini kaybetmiş sosyopat bir şahsiyetin adanın kuzey yarısındaki temsili güce sahip olmasının da bizi kurtaramayacağından eminim…
Ve bir de bizi daha önce kurtardığını söyleyip, kurtuluşu özgürlük kısıtlaması ve ekonomik kuşatma ile gösterenlerin de bizi kurtarmayacağından eminim…
Biz bizeyiz aslında…
Bir düşünün bizi ne kurtarır ?…
Bizden başka biri kaldıysa eğer…