Milyonlarca yıldır dünya güneş etrafında dönüyor. Bu açıdan baktığımızda, bizim için “hayati” olan meseleler, bir toz zerreciği kadar basit, yalın ve anlamsız.
Yazdıklarımız, söylediklerimiz bizden önce ve bizlerle yaşayanların ortak deneyimlerinin hafızasının yeniden dile getirilmesinden ibaret. Konuları tekrar tekrar dile getirmek kimi zaman boşa bir çaba olarak anlaşılır, kimi zamansa tekrarlayarak yarattığımız (yaratmaya çalıştığımız) “biz” öznesinin; başlamayan hikayesinin, başlamaya hazırlık durağı…
Ne kadar “biz” deyip, milliyetçilik mevzusundan kaçmak istesek da, kolektif olan “biz” devletle karşılaştığı zaman ulus-yaratma meselesi ile karşı karşıya kalıyor. Ortak dert gündeme dair konuşmaksa, o zaman “ulusal gündem” anlatmanın cazibesine yenik düşüyoruz. Küresel ısınma, iklim değişikliği, yapay zeka, ormanların yok olmasının etkileri gibi birçok ulus ötesi mesele varken, en geniş ortak alanımız yerine en küçük ortak paydamızı önemli olarak algılamak ortak bilincin politize edilmiş durumu ulusal bir anlayışın oluşmasına neden olur. Muhtemelen, bu durum aşmaya çalıştığımız ve kendimizi özgürleştireceğimize inandığımız modernitenin insan davranışını ve özgürlüğünü sınırlayan tarafıdır.
Milliyetçilik teorilerindeki en önemli isimlerden biri olan Benedict Anderson, bu durumu vurgular ve yazılı medyanın ulus kimliğinin oluşmasındaki etkisini dile getirir. Periyodik yayıncılığın, ortak bir alan üzerinde yaptığı etkiyle “biz” anlayışını pekiştiren aynı zamanda da “ötekiyi” tanımlayan etkili bir araç olduğunu söyler. Ulusun birbirini hiç tanımayan insanların yatay bir yoldaşlık ilişkisi olduğunu söyleyen Anderson, aslında modernitenin bir sonucu olan ulusun, doğrusal olarak zamanı muhakame eden insanların yarattığı bir ideoloji olduğunu savunur.
Anderson’un tarihi saptaması son derece önemlidir. Ancak, günümüzde tek bir “biz” değil “bizler” olduğunu söyleyebiliriz. Birbirini tanımlarken, tek bir ulusal aidiyetin olmadığı, aynı ulusal aidiyetin içinde bile farklı aidiyetler oluşturulduğunu görüyoruz. Bunun oluşmasında da medya ve alternatif yorumların etkisi olduğunun muhakemesini yapıyoruz.
Bu yüzden de, birey kimliğimizin yanında kendimize bir de grup kimliği arıyoruz. Bu grup kimliğinin ortaklaşma alanı olarak sosyal medyada paylaşımları takip ediyor, yazılar yazıp, en geniş ortak paydada buluşma çabasına giriyoruz.
İnsan davranışının bu arayışı kaygan ve geçişken olduğunu da belirtmek gerekir. Kimlikten kimliğe evriliyoruz. Geçişken kimliklerimiz, karşımıza çıkan ötekiye göre şekillenmekte ancak yine de verilen tepkiler birbiri ile ayrışırken, farklı öncelikler de ön plana çıkmaktadır.
Kolektif olarak verilen tepkiler bağlamında geçtiğimiz yılı değerlendirme girişiminin temel nedeni ise tanımadığımız ama “bizden” kabul ettiğimiz kitlelerin davranışlarını hatırlatmaktan ibarettir. Bunun en büyük nedeni, belki de grup kimliği ile ilgili yaşadığım derin yabancılık hali olduğunu da belirtmek gerekir.
Adalı aidiyetle kurulan ilişkinin zirve yaptığı olay geçtiğimiz yıl başından sonra gerçekleşti. Kolektif kimlikle ilgili en önemli mesele Afrika gazetesi saldırısı, meclis damına çıkarak gerçekleşen protesto, CTP milletvekili Doğuş Deryayı hedef alan saldırı ve Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncıya karşı yine aynı kitlenin tehditkar tutumu ile ilgiliydi. Aynı sıralarda gerçekleşen bu olay; acı bir öfke yaratmıştı.
Olaydan günler sonra, yağmurun altında şemsiyeleriyle yürüyen binlerce insan Sendikal Platform’un çağrısıyla sokağa inmişti. Eylem sırasında ve sonrasında ise iki konu akıllarda kaldı. Bunlar “Türkiyeye karşı slogan atılmayacak” ve “Şener Levent kalabalığa hitap etmeyecek” şeklindeydi.
Oysa, Şener Levent, Doğuş Derya ve Mustafa Akıncıyı birleştiren temel ideolojik angajman “Kıbrıs” yurtseverliğidir. Bu saldırıların temeli de Kıbrıs-merkezli düşünenleri ölçmeye yönelik bir girişimdi.
Ancak, yaşanan süreç sonrasında verilen kararlar ve tercihler farkında olmadan önemli bir mesaj veriyordu. Gerçekleşen hakaretler adada yaşayan insanların “Türklüğünü” değil “Kıbrıslılığını” hedef almış, reaksiyonumuzun kaynağında da “biz” aidiyetini koruma arzusu vardı. Ancak söylemlerimiz “Türklüğümüzü kanıtlamaktan” yana olmuştu. Başka bir deyişle, mevcut yönetişim ilişkisinin devamını tercih etmiştik.
Toplum olarak özsaygımız ayaklar altına alınırken, yönetenler “marjinal” olmamayı tercih ederek tek kelime etme ihtiyacı duymamıştı. Aşağılanmamıza rağmen bizi aşağılayanlara karşı “kibar olup” öbür yanağımızı dönmemiz salık verildiğinden biz de harfiyen onu uygulamıştık. Öyle ki, “Şener Levent çıkıp delilik yapmasın, kahraman olmasın” denilerek sahneye çıkması engellenmişti.
Türklüğümüzü kanıtlama arzumuz kadar Kıbrıslı olduğumuzu söylemekten çekinmiştik. Yakın zamanda da bu durum defalarca tekrarlanmıştı. “Ankara elini yakamızdan çek”, denildiğinde besleme olduğumuz hatırlatılmış ama bununla ilgili buralı bir söylem yaratmak yerine, uzlaşmayı tercih etmiştik. Eylem alanında Kıbrıs Cumhuriyeti bayrağı asıldığında da yine “delilik yapanlara” hadleri bildirilmitşi.
Toplumsal devinim için dönüm noktası olan durum, kritik eşiklerde idare edilerek ilişki durumu korunmaya devam edilmişti. Kolektif olarak tepki vermemize neden olan konuyu gündeme getirmek yerine, şark kurnazlığı yapmayı denesek de, şarkın efendisi biz değildik, hiç de buralarda efendi olmamıştık. Aynı zamanda efendi olmakla ilgili cesareti göstermekle ilgili de sorunlarımız olduğu açıktı. Yaşananlardan sonra verdiğimiz cevap da buydu. 2018 yılının başlangıcı aslında bize Kıbrıslı Türklerin evinin efendisi olacak cesareti gösteremeyeceği bir yıl olarak tarihe geçecekti. Yürüyüş sırasında da zaman zaman aklıma bu durum geliyordu. Bir mücadele değil, bir cenazede gibiydik.
Sonrasında yeniden ortak anlayışları hareketlendirecek bir durum yaratamamıştı. Muhtemelen buralı olma hissiyatını taşıyanların aldığı son darbeden sonra içine kapanmak çaresizlikle yüzleşen, kendi sınırlarını aşamayan bir topluluğun verebileceği doğal bir tercihti.
Mücadele edecek hali kalmamış toplumun, bu topraklardaki varlığının devamlılığını ya kaybedişi ya da dinlenme hali gibi geçti 2018 yılı.
Merakla bekleyeceğiz buralı olma hali küllerinden doğacak mı diye?
2019 yılında ada insanı yeni dinamizm yaratacak koşullar yaratabilir mi; Etki ve tepki ile değil; özgün adımlarıyla kendi coğrafyasında ortak bir gelecek kurmayı becerir mi diye…