Sosyal medyada “Yol Yoksa Seyrüsefer Da Yok” diye bir grup kuruldu ve kısa sürede 17 bin üyeye ulaştı. Temel olarak seyrüsefer harçlarının yılbaşı ile birlikte artmasına verilen tepki iki noktaya odaklanıyor.
1- Yol güvenliği olmadan, ulaştırma bütçesinin genel bütçe içinde memur maaşı ödemek için kullanılmasından kaynaklanan rahatsızlığa verilen tepkiler
2- Yapılan artışların ücretlerin artış hızını aştığı ve hane halkı bütçesini sınırladığına dönük tepkiler
Bu grup sayfada tartışıldığı gibi sokağa inip hayatı kilitleyebilir mi? Doğrusu bu yönde bir beklentim yok. Ancak, 17 bin kişinin seçmen sayısına oranı, %15’e denk geliyor. Seçmenlerin %15’inin açık iradesine yönelik kurumların çözüm üretmesi gerekiyor. Üstelik, çalışan yabancı işgücünün ihtiyat sandığı ödemelerinden biriken fon veya başka bir cepten değil, yapısal olarak bu sorunu çözmek yönünde irade göstermeli.
Bu açıdan siyaset toplumu dinlediğini kanıtlamak istiyorsa, hiç gecikmeden, seyrüsefer ve benzeri gelirlerin, ayrı bir fona aktarılarak, memur maaşı olarak kullanılması yerine yol güvenliği ile ilgili yatırımlara odaklanması gerekmektedir.
Evi temizlemek isteyenlerin, eve sahip çıkması gerekiyor. Bu açıdan eve dışardan yapılacak katkı ile düzenlemeler yapmak yerine kendi kaynakları üzerinden adımlar atacak alanı da yaratması gerekiyor. Bu şekilde hem ulaştırma bakanlığının olması bir anlam kazanacak, hem de toplum dertlerinin kamu tarafından ciddiye alınıp, karşılık verildiğini görecektir.
Ancak bunun için çok taraflı siyasi irade gerekmektedir. Çünkü, uzun zamandır anlatılan “kendi kendine yeter ekonomi” miti alaşağı edilecektir. Kendi kendine yeter ekonominin, tüm gelirleri bir havuzda toplayıp memur maaşlarının ödenmesinin başarı olarak gösterildiği hikayenin sonu gelecektir. Devletin de bu durumda, daha adil olarak doğrudan vergileri – yani gelir vergilerini – toplaması gerekecektir. Bu da özellikle, büyük işletme sahiplerinin, kendi hesabına çalışan avukat, doktor gibi uzmanların ceplerine dokunmaktan geçmektedir.
İşte bunu UBP ve HP hükümeti yapabilir mi ? Başka bir deyişle, popülist olmayan politikalar uygulayarak, yüksek kazanandan yüksek vergi toplayacak iradeyi gösterebilir mi ?
17 bin kişinin ilk sorusunun cevabı aslında bu sorunun cevabında gizlidir.
İkinci kaygı ise, zamlara karşı bir hassasiyetin olması ile ilgilidir. Son dönemde türk lirasının aşırı değer kaybı, yüksek enflasyon ve alım gücünün azalması gibi sorunlar ile karşı karşıyayız. Bu sorunlar temel olarak Türkiye Cumhuriyeti ile kuzey Kıbrıs arası kurulmuş ilişkinin bir sonucudur.
1974 yılında “garantörlük hakları” ile Kıbrıs’ta yeni düzeni tesis eden Türkiye Cumhuriyeti, ekonomik anlamda Kıbrıs’ın kuzeyini Kıbrıs Lirası bölgesinden Türk Lirası bölgesine çevirmişti. Ancak adanın kuzeyinde Türk lirası kullanımının düzenlenmesi, sağlıklı bir çerçeveye oturmamıştır.
İki taraf arasındaki ilişki ekonomik bir rasyonele asla sahip olmadı. Öyle ki, dörtlü hükümet zamanında, krizin en ağır olduğu dönemde, kendi kamu kaynaklarımızla askeri harcamalar kalemi ödenmiştir. Yarım milyar türk lirası bedelindeki bu harcamayı yaparken, hiç enflasyon yokmuş gibi düşünmüş ve herhangi bir faiz ortaya konulmamıştır. Böylelikle geçen aylar içinde Türkiye’den gelen para, %20 civarında değer kaybetmiş başka bir deyişle kamu %20 civarında zarara uğramıştır. Bu yaklaşık 100 milyon Türk Lirası civarında bir miktara denk gelmektedir. Değer kaybından doğan bu maliyetin hesabını ise kimse sormamaktadır.
Dahası, ücretlerin zamlarla aynı hızda artmadığı görülmektedir. 30 bin civarında kamu personeli olmasına rağmen 90 bin civarında özel sektör çalışanının olduğu kuzey Kıbrıs’ta, özel sektördeki ücretlerin artışı, enflasyon oranının gerisinde takip etmekte, alım gücü azalmakta, gün geçtikçe yoksulluk sosyal bir tehdit haline gelmektedir.
Yoksullaşanların sesini duyurabileceği, ifadesini temsil edeceği alanlar oldukça kısıtlıdır. Siyasi partiler, kendi statükoları içinde yoksullukla mücadele konusunda bir gündeme sahip değillerdir. Oysa ki, hane halkı bütçe anketinde yoksul ve yoksul olmayan kişilerin harcamalarına baktığımızda hane halkının en önemli üç harcaması sırasıyla barınma, gıda ve ulaşıma gitmektedir.
Devlet Planlama Örgütünün verileri ve Dünya Bankasının analizleri dar gelirlilerin bütçelerinin %65,1ini, dar gelirli olmayanlar ise gelirlerinin %53,3’ünü gıda, barınma ve ulaşım için harcamaktadır.
Ülkemizde toplu taşıma olmadığından ulaşıma harcanan paranın geri dönüşü olmaması da doğal olarak tepkilerin artmasında önemli yer harcamaktadır.
Bütün bunların yanında yoksulluk ile mücadele konusunda hiçbir siyasi partinin ent bir programının olmaması da seyrüsefer zammına tepki olarak sanal dahi olsa 17 bin kişinin bir araya gelmesine neden olmaktadır.
Sorun çözme sorumluluğu olan siyasi partilerin, sorunları öteleme yoluyla statükoyu devam ettirmeye çalışması günün sonunda duvara toslayacaktır. Bugün 17 bin kişi zaten sokağa çıkmaz, o yüzden rahat olalım diye düşünürken, hiç beklenmedik bir anda çok daha büyük kitlelerin meydanları doldurabildiğini deneyimledik.
Hal böyle olunca, ulaşım ve yoksulluk temalarında etkili politikalar ortaya öncelikli hale getirilmediği sürece bir sosyal patlamaya daha da yaklaştığımızı tespitini yapmak, yanlış olmaz.