FRANCO ‘BIFO’ BERARDI tanınmış bir çağdaş medya, kültür ve toplum teorisyeni. Milan’daki Academia di Brera’da dersler verdi ve ABD ve Avrupa’da pek çok kitabı yayınlandı ve konuşma yapmak için birçok davet aldı. Bu saygın konumu, 1970’ler İtalya’sının radikal toplumsal hareketlerinde başlayıp bir yazar, düşünür ve aktivist olmasına temel teşkil eden mücadelelerle devam eden politik ve felsefi yolculuğunun eseri.
1977 yılı, Avrupa’da gençliğin yaratıcı isyanında bir patlamaya tanıklık etti. İngiltere’nin kasaba, şehir ve varoşları Punk rock’ın önceki nesillerin kültürel değerlerine yönelik dağınık saldırısının yükselişini görürken İtalya, yoğunlukları, yaratıcılıkları ve şiddeti ile kendinden söz ettirecek olan gençlik önderliğindeki isyanlarla çalkalanacaktı. Punk rock’la ilişkilendirilen değerler, estetik ve yenilikler İngiliz toplumuna nüfuz ederken, İtalya’da yaşanan ve “Autonomia” olarak bilinen yaratıcı isyan, genişlemesini durdurmayı hedefleyen bir devlet şiddeti dalgası ile karşılanacaktı. Bu iki kendini ifade edişin kökenleri birçok ortak koordinat paylaşıyor olsa da, İtalyan Autonomia’nın tarihi İngilizce konuşulan dünya için görece karanlıkta kalmaya devam ediyor. Ciddi şekilde zayıflamış İşçicilik (1960’larda İtalya’nın fabrika işçilerinden yükselen bir toplumsal hareket) ile 1972’de birleşmeye başlayan yeni gençlik hareketlerinin karşılaşması sonucu ortaya çıkan Autonomia, toplumun radikal şekilde alt üst edilmesinden daha azına razı olmayan yaygın ve heterojen bir toplumsal hareketti. Bu hareketin kendisini ortaya koyuşunun merkezinde, emeğin kapitalizmden potansiyel otonomisi olarak anlaşılan, “işçilerin otonomisi” fikri yatıyordu. Bu hareketlerle ilişkili fikirler, analizler ve pratikler, o zamandan bu yana bir araya getirilerek “otonomcu Marksizm”in ürünü olarak tanımlanageldi. Bu düşünce okulu, anti-devletçi solda birçokları için kilit önemde bir teorik temel taşı sağladı ve yüzyıl dönümünden bu yana da etkisini artırıyor.
İtalya’nın 1968’inin eski kurtlarından Berardi, toplumsal hareket medyası ile yaşamı boyunca sürdüreceği bağı otonomcu harekette kurdu. A/TRAVERSO dergisini çıkardı (1975-1981) ve etkili korsan radyo istasyonu ‘Radio Alice’i kurdu. Autonomia’daki diğerleri gibi Berardi de devlet zulmünden kaçmak için 1970’lerin sonlarında İtalya’yı terk etmek zorunda kaldı. Paris’e gider gitmez, nihayetinde birlikte çalışacağı filozof ve psikanalist Felix Guattari ile dost oldu. Radikal medya alanındaki çalışmalarını 1990’larda e-dergi rekombinant.org ile, 2002’de ise toplum TV kanalı Orfeo TV’yi kurup İtalya çapında telesokak korsan TV istasyonu hareketini başlatarak sürdürdü.
Berardi’nin entelektüel çalışmaları, dijital bağlantısallık, yabancılaşma, aşırı uyarım ve otomasyon gibi sorunlara odaklanarak, medya ve teknolojinin, içinde yaşadığımız sanayi sonrası kapitalizmde oynadığı rolü araştırıyor. Bu projenin odağında, kültürel temsil ve geleceğe dair fikirlerimizin süregiden incelemesi bulunuyor. Berardi’nin radikal, akademik ve çağdaş sanat çevrelerine yayılan ciddi bir etkisi var ve bu etki Warren Neidrich gibi sanatçılarla ortak projelerde de kendini gösteriyor. 20 kitabıyla üretken bir yazar olan Berardi’nin son çalışmaları arasında AFTER THE FUTURE (2011), THE UPRISING: ON POETRY AND FINANCE (2012) ve AND: PHENOMENOLOGY OF THE END (2015) var. Berardi’nin öznellik ve arzunun kapitalizmin çağdaş işleyişinde nasıl bağlantılı olduğunu göstermek için psikanaliz, iletişim teorisi ve otonomcu Marksizm’den ustaca yararlandığı bu çalışmalar, arzu ettiğimiz geleceği geri almak için yapılmış bir çağrı niteliğinde. Londra’ya son ziyaretinde, son kitabı “Kahramanlık Patolojisi: Toplu Katliam ve İntihar” (Otonom Yayıncılık, Çev: Nalan Kurunç) içinde de işlediği bu konular üzerine konuşmak için yayıncısının Soho ofisinde Berardi ile buluştum.
“Kahramanlık Patolojisi: Toplu Katliam ve İntihar” kitabınızda, konunuzun ‘sadece suç ve intihar değil, daha genel olarak bir nihilizm krallığının tesisi ve çağdaş kültüre sinmiş intihar güdüsü’ olduğunu söylüyorsunuz. Bu aşamaya nasıl vardığımızı açıklayabilir misiniz?
Son beş yılda olan bitene bakarsanız, özellikle de 2008 finans krizi sonrasına, sanki ne olduğunu kimse anlamıyor gibi. Sorun neydi ve nasıl oldu? Getirilebilecek bir sürü açıklama var; örneğin Marx’ın ‘aşırı üretim krizi’, ama hiçbiri iş görmüyor. Birçok şekilde açıklanabilmesine rağmen, sonunda anlamak zor. Yani dünyada ne oluyor, Avrupa’da ne oluyor? Bu sorulara cevap vermek için, kavramsal olarak konuşacaksak, yeni bir şey icat etmemiz gerekiyor. Benim aklıma gelen kavram “eksi değer”. Geleneksel klasik kapitalizm analizinde, Marx kapitalistin amacının sermaye biriktirmek ve değişim değerini artırmak olduğunu belirtir. Ama bunu yapmak için kapitalist, masa, sandalye ya da araba olsun, faydalı nesneler üretmek zorundadır. Şimdi eğer finansal sermayenin son on yıldaki birikimine bakarsanız, para ve değişim değerindeki bir artış olarak borcun yaratılmasının faydalı şeylerin israfı ile nasıl tesadüf ettiğini görebilirsiniz. Yunanistan veya İtalya’nın şu anki durumunu değerlendirirseniz, bunun kanıtlarını görürsünüz, faydalı şeyler neredeyse ufuktan yitmiş durumda. Bu yüzden, bir nihilist üretim tarzıyla karşı karşıya olduğumuz izlenimindeyim. ‘Nihilizm’ sözcüğü felsefi düzeyde muğlaktır. Nihilizm derken Niçeci tarzda hermenötik nihilizmden bahsetmiyorum. Sözünü ettiğim nihilizm, finansal sermayeyi artırma hedefi ile, faydalı şeylerin saf imhası. Bu kitabın analitik konusu bu.
“Kahramanlık…” kitabınızda, ‘amansız rekabet, hiper bağlantısallık ve mutlak kapitalizm’ şartları altındaki yaşamlarımıza sıkı sıkıya bağlı olduğunu savunduğunuz çağdaş bir akıl rahatsızlığının toplumsal kökenlerini açıklamak için, ön planda Aurora ‘Joker’ Katili, Anders Breivik ve Amerikan okul katliamları gibi bir dizi dehşeti ele alıyorsunuz. Kullandığınız uç örnekler, bir gün annelerinden daha çok makinelerden dil öğrenebileceklerini öne sürdüğünüz bir ‘dijital yerliler’ neslinden fışkıran genelleştirilebilir bir psikopatoloji olasılığına dair endişenizi göstermeye hizmet ediyor. Dil gelişimi sürecinde fiziksel boyutun yokluğunun bireylerin duygusal kapasitelerini ciddi şekilde engelleyebileceğini iddia ediyorsunuz. Ama bu teknofobik ‘aman Allah’ım’cılık değil mi? Dijital kültüre batmış şu halimiz, aslında toplumsal özelliklerimizin kimi yanlarını açığa çıkarıp gençliğimizi neoliberalizm formunda bilişsel olarak yeniden birbirine bağlıyor değil mi?
Görüyorsunuz, siz ve ben yeniden bağlanmış değiliz. Anne ile, anlam karmaşasının dili olan bir dili, yani karşılıklı anlamanın dilini konuşan insanlar ile, fiziki ilişkimiz üzerinden bağ kuruyoruz. Bu bizimle ilgili bir şey değil, sürekli bağlantı halindeki nesille ilgili. Bağlantı halindeki neslin, derin birleştirici anlayış olasılığının bittiği bir boyuta girdiğini düşünüyorum çünkü annenin varlığı neredeyse “çözülüyor”. Annenin sadece fiziksel varlığı değil, mental varlığı da, çünkü güvencesiz işçi, bilişim işçisi ve özellikle de kadın güvencesiz işçi total şekilde soğuruluyor. Günde yirmi dört saat, hatta uyurken bile, insan duygusal ve entelektüel enerjilerin sosyal yatırımı tarafından soğuruluyor. Dolayısıyla annenin varlığı bir çeşit çözülmeye uğruyor, yok oluyor ve giderek artan şekilde ekranın varlığı, bağlantı sağlayan aletlerin varlığı ile yer değiştiriyor. Ve evet, bunda insan-sonrası kavramı ile ilişkili felsefi bir sorun olduğunu düşünüyorum. Gerçekten de bir insan-sonrasılıktan söz edebilir miyiz? Emin değilim çünkü insan kavramını tanımlamak o kadar imkansız ki, insan ötesi şudur diyemem. Bu insani, her şey insani. Ama ‘bağ-sonrası’ diyebiliriz. İnsani anlam karmaşasının kaybolduğu bir iletişim formu anlamında bir sonralık. Ve eğer bu anlam karmaşasını yitirirseniz her şeyi yitirirsiniz.
Paul Mason ve başkaları, ‘online yaşam’ın hiper-bağlantısallığının çağdaş toplumsal hareketlere kazandırdığı faydalardan bahsediyor. Geleceğimizde, bu ağlardaki bilgilerin artık duygusal bağ kurma kapasitesi olmayan insanlarca paylaşılacağı bir an düşünebiliyor musunuz? Öyle ise eğer, toplumsal dayanışma nasıl inşa edilebilir?
Burada, sosyal medyanın politik örgütlenme için yeni bir olasılık yarattığına dair büyüyen bir politik ilgi söz konusu. Bunu inkar etmiyorum ama benim meselem bu değil. Bilginin daha hızlı değiştokuş edilebilceğini biliyorum, politik eylemler için ilginç flash mob’lar koordine edebilirsiniz, bu değil benim ilgilendiğim. Pragmatik politika düzeyinde konuşmuyorum. Belki de yeni nesil toplantı örgütleme konusunda eski nesilden daha iyi. Benim açımdan ilginç olan şey, duygusal olan ile anlamsal olan arasındaki ilişki. Duygusal, empatik etkileşim ve karşılıklı anlayış arasındaki ilişki. Dayanışma dediğimde, birincil olarak bir sendikada veya işlevsel bir yapıda örgütlenme kabiliyetini anlatmıyorum. Yine de umut ederim ki bu tekrar olabilir. Öte yandan, önemli olan, fiziksel bir anlama, muğlak olabilen bir anlama sahip ortak bir anlam yaratma kabiliyeti. Anlamın fiziki iletimi, olasılıklara açık olmak demektir – beni yanlış anlarsanız ve ben sizi yanlış anlarsam, yanlış anlama ilerlemenin, anlamsal ilermelenin koşuludur, bir şeyin icadının veya yaratılmasının koşuludur. Bir bağlantı makinesi ile olduğu gibi, sizi mükemmelen anlıyorsam, beni mükemmelen anlıyorsanız, insani yaratıcılık yitirilmiş demektir.
Öyleyse “Kahramanlık…” kitabınızda dil, hem icrai hem de duygusal bir işleve sahip?
Evet ama bağlantı makinesinin dili icrai bir işleve indirgenmiştir.
Kendi deneyiminizden bu bağlantısızlığa dair örnek verebilir misiniz?
Bir öğretmen, aktivist olarak deneyimimde ve genç insanlarla ve ergenlerle ilişkilerimde gördüklerim, empatik ilişkiler kuramadıklarını düşünmeme sebep oldu. Yani dayanışma dediğinizde, bunu empatiye tercüme ediyorum. Derin bir dönüşümle yüz yüze olduğumuzu düşünüyorum. Bunun ‘insaniliğin’ sonu olduğunu söylemiyorum. Demek istediğim, bu yeni bağlantısal anlayış durumunu tatmine ve politik empatiye tercüme edemiyor olduğumuz.
Bizden sonraki nesillerin, dijital nesillerin, bilişsel olarak farklı bağ kuruyor olması gerçekten bir olasılıksa, bu nesiller arası işbirliği açısından ciddi sorunlar anlamına gelir, en azından iletişim sorunu. Ama yeni yaşam ve empati formlarının ortaya çıkması ve teknolojiler yoluyla ifade bulması açısından ne tür olasılıklar olduğunu da merak ediyorum. Kitabın kötümser tonuna rağmen, bir miktar umut da sunuyorsunuz, ‘ironik pozisyon’ umudu. Bu konuyu açabilir misiniz?
İronik dediğinizde belirtmek isterim ki bu benim için anlaşılabilir bir şey değil. İma ettiğiniz türde yeni bir empatik duyarlılığın yükselişi, yeni bir bağlantısal değiştokuş ve bir anlam üretimi de yaşanıyor olabilir. Aslını söylemek gerekirse disleksi gibi kimi patoloji formları bu yöne işaret ediyor olabilir. Neden böyle? Çünkü disleksi yeni bir potansiyelliğin, yeni bir anlam değerlendirme düzeyinin, sentetik bir çoklu görevlendirme ortamında yaşayan bir insan nesli tarafından anlam yaratımının semptomu olabilir. Belki. Bilmiyorum. Bunu yalnızca bir olasılık olarak verebilirim. Ve ‘ironi’ dediğimde esasen ‘bana inanmayın’ diyorum. Size ne gördüğümü ve ne anladığımı söylemeye çalışıyorum ama açık ki gördüğüm, her şey değil, anladığım, her şey değil.
Geçtiğimiz yıllar içinde kendi bilişsel kapasitemde, online olarak giderek daha fazla vakit harcamamla kesin alakası olduğuna inandığım bir dönüşüm yaşadığımı fark ettim. Uzun online metinler okuma kapasitemde keskin bir düşüş olduğunu fark ettim; eğer bir makale belli bir sözcüğü aşıyorsa kesinlikle ilgimi çekmiyor. Bunun, hem hiper-bağlantılı hem de sürekli güncellenen fikir ve bilgi akışı ile aşırı uyarımlı bir hayatın bariz bir sonucu olup olmadığını merak ediyorum; tek soluk alma imkanının tamamen dikkati kapatmak olduğu bir ‘hiper uyarım’. Bu dönüşümlerden etkilenen nesillerin atabileceği olumlu adımlar neler? Dijital tüketimimizi yavaşlatmak ya da birbirimiz arasındaki empatiyi yeniden pekiştirmek için ne yapabiliriz? Kendimizi internet pazarından tamamen çekmeli miyiz? Bu biraz aşırı geliyor.
Hayır, tabii ki hayır. Sizin durumunuz herkesin durumu ile aynı: sürüsüne bereket metinle karşı karşıya kalmak. ‘Metin’ sözcüğünü kullanıyorsunuz çünkü sizin için iletişim esasen yazılı mesaj anlamında metin, soldan sağa okumak zorunda olduğunuz lineer bir mesaj. Belki de gelecekte iletişim böyle olmayacak, belki bugün bile böyle değil. ‘Mesajlaşmak’ muğlak bir sözcük çünkü ‘metin yazma’yı kastediyorsunuz ve eski tarzda ‘metin’ olduğunu düşünüyorsunuz – ama değil, bu iletişim metin değil. Görüntü, sözcük ve fiziksel uyarım arasındaki bir bağlantı noktası. (Dürtmek gibi bu… ‘dürtmek’ ifadesi ilginç, safi uyarım.) İletişimin bu yönde ilerlediğini ve bu hızlı, görsel uyarıma dayalı bir felsefe icat edebilmemiz gerektiğini düşünüyorum.
Bu kitap Felix Guattari ile dostluğunuzun izlerini taşıyor gibi. Bu konuda neler söyleyebilirsiniz?
Bu konuda fikirlerim karmaşık. Bir tarafta, yazar olarak Felix Guattari ile ordudayken karşılaştım ilk kez. Askerdim ve ayrılmak istiyordum, ortamı sevmemiştim. O dönemde askerlik zorunluydu, bu yüzden orda olmak zorundaydım ve iki ayın sonunda gerçekten bıkmıştım. Deliliği sömürüye karşı bir araç olarak kullanmaktan söz eden Fransız bir psikanalist olduğunu okudum, deliliğin bir çıkış yolu olabileceğini okudum ve deliymiş gibi yaparak kurtulmaya çalıştım. Gece nöbeti yerimi on gün boyunca terk etmeyi reddettikten sonra hastaneye nakledildim. ‘Enerjim yettiğince anavatanı burda korumaya devam edeceğim’ diyerek nöbet yerimi terk etmeyi reddettim. Ertesi sabah beni hastaneye yolladılar ve Guattari’yi bu şekilde keşfetmiş oldum. Ardından iki ya da üç yıl sonra onunla şahsen tanıştım. Benim için bu daima benden çok daha fazlasını bilen ve çok daha fazlasına vakıf bir abi ile ilişki gibi bir şeydi – gerçekten de daha sonra Fransa’da hapisteyken beni çıkardı. Guattari ve Deleuze’ün felsefesindeki birçok şey, halihazırda ne olduğunun açıklaması için kavramlar üretmek açısından bana çok ilginç geliyordu, örneğin neoliberal yayılmayı mükemmel bir şekilde açıklıyorlar. Ama 40 yıl sonra, bugüne baktığımda Baudrillard’ın çalışmalarının Deleuze ve Guattari’ninkinden çok daha çağdaş olduğunu düşünüyorum. Bazen bu konuda suçluluk hissediyorum – Guattari dostumdu, bunu nasıl yapabilirim? Guattari’yi Deleuze gibi muazzam bir filozof olarak görüyorum ama aralarında ayrım yapacak olsanız, onlardan üniter/birbirinden ayrılamaz bir makine olarak da söz etmeniz gerekir. Ama bu makine 40 yıl önceydi, şimdi içinde yaşamakta olduğumuz geleceğin haritasını çıkarıyordu, bu yüzden bugüne bugünün bakış açısıyla bakmak istiyorsanız, Baudrillard çok daha faydalı.
Katılabileceğimiz kolektif bir terapi formu var mı? Bu mevcut rahatsızlıktan çıkmamıza gerçekten yardımcı olabilecek bir terapi? Artık birincilleştirmemiz gereken politik proje ‘bakım’ mı?
Biliyorsunuz, ‘terapi’ sözcüğünü bir miktar temkinli kullanıyorum çünkü bunun muğlak bir kavram olduğunu biliyorum, her daim öyle oldu. 60’larda ve 70’lerde ‘terapi’ sözcüğü bir tür normalleştirme anlamı içeriyordu. Bu yüzden, ‘terapi’ sözcüğünü, estetik dönüşümleri – sanat – ve siyasi dönüşümleri de ima eden daha karmaşık bir kavramın parçası olarak kullanıyorum. Ama üç sözcük, ‘terapi’, ‘sanat’ ve ‘politika’, artık sahte geliyor, çünkü ayrıymış gibi sunuldular. Üç farklı pratiği bir arada alan yeni bir kavrama ihtiyacımız var. Sözcüğe sahip değiliz çünkü kavrama sahip değiliz ve kavrama sahip değilsek, pratiğe sahip değilizdir. Çıkacak sorun bu. Ama aslında insanlar şimdi acı çekiyor. Demek istediğim ben bir psikanalist değilim. Kızkardeşim öyle ve acı çekme konusundaki mevcut realiteye odaklanma konusunda benden çok daha kabiliyetli. Ben acı çekmeden metaforik bir şekilde bahsediyorum, o ise acı çekme hakkında çok daha doğrudan konuşuyor. Bu sorunsaldan başlamanın – acı çekme sorunsalı, acı çekmenin gerçekliği – öteye geçmek, terapinin, sanatın ve politikanın bölünmüşlüğünün ötesine geçmek için iyi bir yol olduğunu düşünüyorum.
Belki de acılardan bir kolektivite inşa edebiliriz?
Evet, ‘acı çekmenin’ kolektivitesi. Gençler, öğrenciler vs. ile deneyimlerime göre, acı konusuna, fiziksel acıya, cinsel acıya, yalnızlığa vb.ne temas ettiğinizde, insanlar birden bire bunun politik olarak size ortak bir anlayış zemini verebilecek bir şey olduğunu görüyorlar.