Kıbrıs’a bile kış geldiyse, kış kesin gelmiş demekti. Her an girilmeye, evelallah çıkılmaya da alışkın olunan depresif mod, hazır uykuya da doyurmuştu, zaten battaniye de peluşluydu. Hava da yağmurlu olduğundan koşullar, bir pijama terlik televizyon triosu için son derece olgundu. Hal böyleyken, şu son zamanlarda çokça konuşulan Netflix yapımı dizi ‘Bir Başkadır’a ‘bakalım bakalım’ yönelimi, boynumuzun borcu olmuştu.
Öncelikle belirtmeliyim ki, Netflix’in sektördeki hegemonik pozisyon alışına karşı durmamak pahasına, nitelik yoksunu bolca içeriğin cirit attığı şu günlerde, taptaze hikayesiyle, tuttu/tutsun diye sündürülmemiş senaryosuyla, ötekileştirilmiş sıradan hayatlara ustalıkla monte edilmiş felsefik sorgulamalarıyla gerçekten de ‘bambaşka’ bir dizi ‘Bir Başkadır’.
Bu bambaşkalığa dair dizinin, oldukça sınıfsal perspektifli bir bakışa sahip olduğunu, bu perspektifin yer yer teolojik, yer yer kültürel, yer yer de politik özellikler sergilediğini söylemek mümkün. Üstelik bu iş öyle özenli yapılmış ki, neredeyse Türkiye’de kutuplaşmış bütün toplumsal katmanlara temas edilmiş ve hiçbir politik angajmana girmeden, her kutup kendi gölgesiyle yüzleştirilerek, izleyiciye kendi bulunduğu yeri sorgulama alanı yaratılmış.
Kanımca dizi, Marx’ın ‘proleter’ kavramının 2020 Türkiye’sindeki tezahürünü öyle gerçek bir şekilde, öyle olduğu gibi ortaya koymuş ki; bu ortaya koyuş, politik eksenini proleteryanın yanında tarif edenlere adeta bir rehber niteliğinde. Bu rehberin fihristini de ancak; dizideki baş örtülü proleter Meryem’in yaşadığı hayatın, kendisinin iradesi dışında şekillendiğini anlayarak, o hayatın içine doğmuş olduğunu fark ederek çözmek mümkün. Nitekim bugün hala baş örtüsü ya da müslümanlık dinine yakınlık, sınıfsal bir karşılığı olmayan kutuplaşmaların sınır çizgisi durumunda. İşte tam da bu noktada dizi, çok çarpıcı bir işe soyunuyor. Sınırları gittikçe derinleşen kutupları yeniden üretip o gerilim ekseninde kendisine bir nokta belirlemek yerine, tam tersine hiçbir yerde durmadan, ‘insan’ temelinde bu kutuplaşmayı sorguluyor ve sarsmaya uğraşıyor. Üstelik bu kutuplaşmayı insan ilişkileri üzerinden ortaya koyarak, onu sürdürmeden, gerilimli taraflar arasındaki geçişkenliğin yollarını arıyor, hatta alternatifler üretiyor ve bunu aşmak için bir bakış açısı sunuyor.
‘In media res’ tabir edilen bir girişle başlıyor dizi. Bütün karakterleri birbirine bağlayan Meryem’in bayılmasıyla kendinizi dan diye olayın ortasında buluveriyorsunuz. ‘Bir yıl önce’ yazısıyla ne olduğunu anlamaya çalışırken, yavaş yavaş karakterleri de tanıyorsunuz. O bayılma anını unutmamanız, her karaktere şüpheyle yaklaşmanızı sağlıyor. Dizinin karakterlerden birini haklı göstermek, yüceltmek gibi bir derdi olmadığını hissettiğinizden, her karakteri bulunduğu yerde, o koşulların içinde, ‘insan’ olarak değerlendirebiliyorsunuz. Üstelik dizinin sizi içine sürüklediği bu empati, ‘hepimiz kardeşiz’ seviyesinde olmadığından, hiçbir detayın da izlenme yahut çeşitlilik kaygısıyla var olmadığını gördüğünüzden, her bir karakteri zorlanmadan içselleştirebiliyorsunuz.
Diğer yandan en baştan itibaren neredeyse hiç kimsenin karşısındakini tam olarak dinleyemediğini, önyargılarından kurtulamadığını görüyorsunuz. Kimsenin değişmeye, dönüşmeye pek de hevesli olmadığını… Hep karşıdakini suçlamaya meylettiğini… Adeta başkalarının günahlarıyla aziz olmaya çalıştığını…
Bundan sonra okuyacaklarınızın hafiften spoiler içereceği uyarısını yaparak devam edelim. Meryem’i terapi seansında tanımaya başlıyoruz. Peri de Meryem’in terapisti. Peri konuşturmaya çalışsa da Meryem kendini anlatmaktan kaçıyor. Peri Meryem’in kendisiyle dahi konuşmayı bilmediğinden habersiz, O’nu zorla konuşturmaya çalışmaktan sıkkın. Oysa tabular Meryem’i öyle sıkıştırmış ki, konuşkan Meryem’in başkalarıyla ilgili konuşmaktaki başarısı, kendisine gelince çalışmıyor. Gülbin de Peri’nin terapisti. Terapistin terapisti yani. Kendi seansında Peri Gülbin’e Meryem’i şikayet ediyor. Peri, bir seansta çözümlediği! Meryem’i baş örtülü ve cahil bulmasına atıfla, “senin benim anlamamız mümkün değil Meryem’i” diyor Gülbin’e. Meryem’in bir ‘hoca’ya çeşitli konuları danışmasını aşağılayarak anlatıyor, kendini ve Gülbin’i Meryem’in karşı cephesinde görüyor. Gülbin’in başı bağlı olmadığından ve ‘eğitimli’, olmasından, aynı safta olduklarından emin. Peri’nin Meryem-Hoca ilişkisini aşağılamasından hemen sonra kendisinin Güney Amerika’da şamanlarla Meryem-Hoca ilişkisi muadili, ayahuasca seansı yapmak istediğini anlatması Gülbin’i belli etmemeye çalışsa da sinirlendiriyor. Gülbin Meryem’i anlıyor, çünkü kendi ablası baş örtülü. Anlamadığıysa Peri. Peri’yi ‘sevgilisi’ Sinan’a çekiştiriyor. Tek derdi seks, tek repliği “Bu gece kalıyor musun?” olan Sinan, Gülbin’i dinlemese de biz dinliyoruz. Bölümler ilerledikçe ve sonlara doğru, Meryem’in nemrut, izleyen feministleri kızdıracak ağabeyi Yasin’i de, ağır depresyon geçiren karısını da anlıyorsunuz… Gülbin’i de, totale iş yapmaktan şikayetçi ‘dizi oyuncusu’nu da, Hoca’yı da, Peri’yi de… Hatta Sinan’ı da…
Dizide herkesin kendi varoluşsal kaygılarının içinde hapsolduğunu, ‘eğitim’le kemikleşen önyargılarını, dertlerini, acılarını, korkularını görüyorsunuz. Dizi izleyiciye, ortak dertlerimiz olduğunu, bunları neyin üzerinden yaşadığımızın önemli olmadığını gösteriyor. Ünvanları, eğitim seviyesini, mahalleleri ve kıyafetleri neden bu kadar önemsediğimizi, gerçek bir birlik sağlamayan tüm birlikte olma biçimlerimizi sorgulatıyor bize. Bu sorgulamayı; Hoca’nın yardımcısı karakteri aracılığıyla, ki benim en sevdiğim ve en dönüşüme açık bulduğum karakter O oldu, Yung vasıtasıyla, kolektif bilinçdışı kavramı üzerinden yapıyor. Bu kavram aracılığıyla, kendimizi içinde bulduğumuz kutuplarımızı, taraflarımızı, tuttuğumuz safları sorgulatıyor.
Bu bağlamda Kıbrıs’ın kuzeyinde de, kolektif bilinçdışı kavramı üzerinde düşünmeye, kemikleşmiş önyargılarımızı ve gerçek bir birlik sağlamayan tüm birlikte olma biçimlerimizi sorgulamaya ihtiyacımız var… Buna her insanın, dünyanın ihtiyacı var…