Tam 124 bin yıl öncesiydi. Dünya adeta takla atmış, bir anda bütün yerküre donmuştu.
Buzulların ortasında kalan sarı yelleli simba aslanları bembeyaz karların üzerinde hemen fark edildikleri için avlanamıyorlardı.
Mideleri kazınıyor, kaburgaları seçiliyor, yelelerinin uçları, bıyıkları buzlanmış, göz çeperleri soğuk kar sularıyla dolmuştu.
Dondurucu rüzgârların tozuttuğu kar tepelerinin arasında, aç biilaç yaşamaya mahkûm edilmiş sürgün birer Kral gibiydiler. Feryat ede ede yaban tavşanı kovalamaktan bitkin düşmüş, biçare başarısız olmuşlardı.
O gece aniden bir mucize olmuştu. Bir simba anne aslanın karnındaki bebeğin DNA sarmalı değişmiş, postu kalın, süt beyaz renginde, kıllı geniş patileri kara batmasını engelleyecek türden, en zorlu kış koşullarında bile hayatta kalabilecek nadir bir aslan olarak doğmuş, türünü değiştirmişti.
Mavi koyun, dağ keçisi, argali, marmot ve tavşanla beslenmeye başlamışlardı. Artık karlar prensesi ve prensi gibiydiler.
Derken, dünya bir takla daha attı. Bütün buzullar erimiş, süt beyaz aslanlar güneşin kavurduğu savanların arasında kalmıştı. Bu sefer de süt beyaz renklerinden dolayı fark ediliyorlar, avlanamıyorlardı.
Açlıktan öldüler, avcıyken av haline dönüştükleri için öldürüldüler, yaban köpekleri tarafından avlanmaları gururlarına dokunuyor, yok olma tehlikesiyle karşı karşıyayken bu sefer de sarı berberi aslana dönüşmüşler, fakat bazıları bembeyaz kalmıştı. Tükene tükene bütün dünyada sadece üçyüz beyaz aslan kalmıştı.
İşte onun annesi, o üçyüz beyaz aslandan birisiydi.
Yıldızların mızraklarını aşağıya attığı o gecede, onu doğuran annesi tıpkı ışıl ışıl parlayan bir yalaza benziyordu. Bembeyaz bir aslandı annesi.
Uçsuz bucaksız savanların köşesinde beş yüz yıllık bir kuyu vardı.
Bir köşesindeki taşları yıkık kuyunun dibinden yukarıya doğru, tıpkı fikus Çınar ağacı kadar büyük bir yarık oluşmuş, yarığın ağzı Çınar’ın yaprak dökmeyen taçları kadar genişti.
Fikus Çınar’ı savanların en görkemli ağacıydı.
Kuyu suyu en dibinden çatlağın medyanlarına doğru yükselen gölgeli kıvrımlarına kadar doluyordu.
Işıl Işıl parlayan yalaza benzer annesi onu doğurmak için, tutkudan sararıp solan sancılarla, yarıktaki su şırıltısının yakınına, zümrüt yeşili yosunlarla kaplı kayaların dibine kadar yanaşmıştı. Rutubetli koku burunları tıkayacak cinstendi.
Yarıktaki ışık barok ışığına benziyordu. Zifiri karanlığın farklı yerlerine sızan doğal ışık, sanki bize sadece göstermesi gereken yerleri gösterip diğer yerleri gözün göremeyeceği kadar karartan barok ışığını anlatıyordu.
Beyaz bir aslanı doğurmak kardan kefenler içine girmeye, kafese kapatılmış Kızılgerdan’ın yaşadığı acıların öfkesine benzerdi.
Günlerden 8 Kasım yıllardan 2004’dü. Annesi tam onu doğururken dünyadan Soho kuyruklu yıldızı geçiyordu. Annesi Hor dedi ona. Hor, güneş demekti. İsmi Hor’du.
Annesi son bir kez kükredikten sonra, tıpkı yol üstünde denk gelinen hor kullanılmış bir at misali ölmüştü. Savanlarda yaşayan insanlar, her beyaz aslan kükreyişinin Cehennem’den bir insan ruhunu ayağa kaldırdığını söylerdi.
Çok geçmeden üç yaban köpeği gelmişti. Annesinin etlerini parçalayarak yemeye başlamış, kahverengi ağızları, kepçe kulakları bile kana bulanmıştı. Dişlerini ıslata ıslata annesini gözlerinin önünde parçalıyorlardı. Ne olduğunu anlamayacak küçük, zihniyse hislerini hatırlayacak kadar tazeydi.
Hor, gün ışığına karşı hassas, albino oluşundan dolayı sağır, cılız, çelimsiz, silik ve sürekli mutsuz bir Beyaz Aslan’dı. Kendini ayağına taş bağlanmış bir kuş gibi hissediyordu.
Süt beyaz renginde tüyleriyle, bir gözü mavi diğer gözüyse kehribar sarısı rengindeydi.
Beyaz aslanların tıpkı bir ıskarmoza benzeyen yeleleri olurdu, oysa Hor’un yelesi tıknazdı.
Herkesin boyu iki buçuk metreyken, Hor’un boyu bodur kalmıştı.
Diğer beyaz aslanların omuzları bir buçuk metreyken Hor’un omuzları bir metreyi ancak bulurdu.
Hepsinin kuyruğu bir metreyken Hor’un kuyruğu otuz santimdi.
Yaşıtı beyaz aslanlar ikiyüz elli kiloyken, şöyle bir gözünüzle tartsanız Hor’un kilosu ancak yüz yirmiyi bulurdu.
Hor, doğduğu kuyunun dibinde tek başına yaşıyordu. Dünyası bir kum tanesine, hayalleri yaban çiçeğine benziyordu.
Sadece geceleri, zifiri de dolunay olmadığı günlerde, ayın alevi sönük olduğu gecelerde, öyle akşamlarda avlanmaya çıkıyordu. Çünkü Ay’ın en ateşli doruğu olan Dolunay’da Hor’un gölgesi savanlara vuruyor, süt beyaz tüyleri çok uzaklardan bile fark edilebiliyordu.
Savanlarda insan ruhunu üzüntüden uzak tutmaya yarayan yabani geyikler gezmiyor, kuzular hor kullanıldığı için savan halklarının kavgası bol oluyordu.
İnsanlar küçük Çitkuş’larını incitiyor, erkekler öküzleri gazaba uğratıyor, oyunbaz çocuklar sinekleri öldürüyor, Mayıs böceklerine işkence ediyorlardı.
Sonsuz gibi hissettiren Savan gecelerinin ortasında bir kameriye vardı. Dahası da vardı. Sarmaşıklarla süslü bu Kameriye de, neşe ve kederin örgüsü çok inceydi.
O gün Kameriye’de çok eski bir hikâye anlatılıyordu;
“At’ını savaş için eğiten insanın Kutup Engel’ini asla aşamayacağından bahsediliyordu. Oysa her kederin ve özlemin altında ipekle örülmüş neşe yatıyordu. Savanların insanı, insanların neşe ve keder için yaratıldığını, bunu gereken şekilde bildiklerinde Savanlarda güvenle ilerleyebileceklerini düşünüyorlardı.”
Fakat Hor’un gördüğü söylenenlerin tam tersiydi.
Bebekler sopayla dövülüyordu. Dilencinin köpeği, Dul’un kedisi açtı. Sanatçıların kıskançlığı bal arısının zehrine benziyordu. Küçük çocukların inancıyla dalga geçiliyor, çocuklara kuşku duymaları öğretiliyordu.
Oysa o gün Kameriye’de;
“Soru soran kişinin pek muzipçe oturuşu olursa, yanıt vermesini asla bilemeyeceği, şüphe taşıyan sözleri yanıtlayanların da bilginin ışığını söndürecekleri anlatılıyordu.
Fakat Hor’un gördükleri söylenenlerin tam tersiydi. İnsanlar tutkunun içinde olması gerekirken, tutku insanların içindeydi. En güçlü zehir hükümdarın defne tacından geliyor, zırhın demiri insanı çoktan çarpıtmıştı bile.
Hor’un gözünün önüne kanadından yaralı bir kuş düştü. Gözünü açmış fakat kafasını kaldırmaya değer bulmamıştı.
Suyun üzerinde bir ışık parıltısı fark etmişti.
Tarla kuşu, kışkırtılmış ve hazırlanmış bir dövüş horozunun emsali ürkeklikte, tek kanadını su birikintisi üzerinde çırptıkça, ışık parıltısı daha bir belirgin oluyordu.
Kurak savanların ortasında eski bir kuyudan sürekli beslenen bir su birikintisine sahip olmak büyük lütuftu.
Kuş birazdan Hor’un gözleri önünde boğulacaktı. Umrunda bile değildi. Boğulsa bile, su sürekli kuyudan beslendiği ve durağan olmadığı için suyu kirletmez nasıl olsa diye düşündü. Kendisiyle acaba kuş boğulacak mı – boğulmayacak mı diye iddiaya girişmişti. İçinden, boğulsa da izlesek diye diledi.
Gözlerini kapattı ve uykuya daldı.
Gözlerinin önünde beliren ılık ışıklar su şırıltısına yansıyordu. Öncesinde ay zannetmişti. Oysa parıltı daha çok bir aleve, kilden duvarın çatlağından sızan bir alevin parıltısı gibiydi.
Kilden duvarın hâli balçık olmuştu.
Kil, kurumuş kırmızı gül rengindeydi.
Çatlaktan sızan alev parıltısına körelmiş pençeleriyle vurmuş, çelimsiz ve cılız vücudunu ittirerek balçıklaşmış kilden duvarın içinden geçti.
Doğadaki kırmızımtırak kili bilirsiniz. Leşlerden, onlardan arta kalan kanlardan, kemiklerin içindeki iliklerden, yağmurun, rüzgârın taşıdıklarından, kurumuş yapraklardan, dal parçalarından alır kırmızı rengini.
Hor’un tıknaz yelesi, süt beyaz tüyleri tamamen kırmızı kile bulanmıştı.
İçerisi çok büyük bir yeraltı şehrine benziyordu.
Kızgın kılıcıyla bekleyen bir kadın fark etti. Kadın da onu fark etmişti. Kılıcı o kadar kızgındı ki, alevi her yeri aydınlatıyor, tüylerine yapışmış balçıktan kilin ısındığını hissediyordu.
Kadın, devasa Fikus Çınar ağacının yanında kızgın kılıcıyla nöbet tutuyor gibiydi. Kadının gözlerinden, kızgın kılıcının alevinden korkmuştu.
Ürkerek uyanmıştı.
Tarla kuşunun ölü bedeni suyun yüzeyinde, kafası suyun içindeydi.
Bir anda vahşi köpeklerin hırıltılı soluklarını hissetti. Albino oluşundan dolayı sağırdı, çevresini ancak görerek, koklayarak duymayı öğrenmişti.
Üç vahşi köpek yarığın ağzından ona bakıyordu. Baskın yapmışlardı. Birbirlerinden nefret ediyorlardı. Hor ihtiyatsızdı. Annesinin intikamını alamadığı için vahşi köpeklere karşı büyük bir kini vardı.
Vahşi köpekler taarruz edercesine Hor’un üzerine saldırdılar. Tamamen üzerine gelene kadar beklemiş, son anda kaçmıştı.
Cılız ayaklarıyla yalpalaya yalpalaya koşarak kaçıyordu.