Karşı duvarda cübbeli fotoğrafı olan babam. Bu fotoğrafı Yüksek Mahkeme Başkanı olduğu sene çektiler. Annemle babam ayrılalı çok olmasına rağmen, o fotoğraf neden duvardan inmedi bilmiyorum. Ara ara annem bakıp küfür mü ediyor, yoksa bakışlarıyla eve bekçilik mi yapıyor gerçekten anlamıyordum. Bu fotoğraf yüzünden babama zaman zaman takılırdım. “Baba adalete bak. Gözlüklü, siyah gözlü, beyaz saçlı, keskin, sivri yüzlü, gıcık, soğuk ve bir o kadar da dondurucu bakışlı. Böyle adalet mi olur baba? ‘der. O da bana cıvık adalet olmaz kızım derdi.” Bütün hukukçular ciddi durdukça, hem kendilerinin hem de adaletin ciddiye alınacağını düşünüyorlar. Babam buna da; konular ciddi, bu konulara ciddiyetle bakmak lazım diye cevaplardı. İşte bu adam nasıl sevgiyle anılacak, haksızlığı kovalamaya, zayıfları korumaya kendini nasıl adayacak, öğrenince siz bile şaşıracaksınız.
Malum ben döndüm. Kahvaltı da mühim konuk bugün babamdı. Tüh… Size bizim evden bahsetmeyi unuttum, Bizim ev, Zahra sokak no:8 taş ev. Dedem bu evi, savaş sebebiyle evini terk etmek zorunda kalan bir Ermeni’den satın almış.
Neyse, ben şimdi Bereket Fırın’ından “Pilavuna” almaya gideyim. Size sonra Suriçi’ni de anlatacağım, fakat şimdi vaktim yok babam bekletmeye gelmez. Baksanıza gelmiş bile.
“Ne yapacaksın Buket bugün?” “Peru’da kendime söz vermiştim baba, küçük mavi balıkçılın renginde bir elbise alacağım diye, küllü, mavi renkli bir elbise.” “Yine alışveriş, normal dünyaya döndün demek.”
Babamın anlamadığı fakat benim bedenime duyduğum saygı ve elbiselerle ilgili çözdüğüm bir şey vardı.
Bütün bu değişim, Peru’da Humi’nin bana, kendimden şüphe duymamı sağlatmasıyla oldu. Ne kadar kolay soyunabiliyordum. Sonra düşündüm ben ne giyiyorum diye. Çıplaklığım saydamlıksa, bedenimi yaşama döndürebilirdim. Her şey kendime büyük bir ciddiyetle kızmamla başladı, Buket cinselleşsin ve kendinden şüphe etmesin diye.
İşte… Karşılaştığım ilk kadın annem. Onu seyrederek geçirdim zamanı. Ne giyiyor, nasıl makyaj yapıyor diye merakla izlerdim. Sonunda anladım ki bazı giysilerimin bir hikâyesi var. Döner dönmez ilk iş, şu bankacılık dönemimden kalma bütün eşyaları çöpe atacaktım. Çünkü eskiden giyinmek benim için bir oyundu. O korku kadın evreninden dışlanacağımın korkusuydu. Kadınlık yoluna girdiğim bu macera da, tıpkı bebeklerimi giydirdiğim günlerdeki gibi, iş dışında da bir bankacı nasıl giyinir onu oynuyordum. Aslında kadınlığım yalnızca kadınların hikâyesi değil, erkek olanla, gerçekte babamla ilgiliydi. İşte bu evcilik oyunu burada sona erdi. Fakat artık giysi, benim için başkaları yerine, kendimi baştan çıkardığım bir şeye dönüşüvermişti. Keman… Keman da öyle değil mi? Müzik aslında kendini baştan çıkarma hikâyesi. Bütün bu hikâye kadınlığımla kurduğum iyi ilişkinin sırdaşı aslında. Size itiraf edeyim belli etmezdim fakat ben çok tedirgin ve kaygılı bir kadındım. Bu kaygıyı dindirmek için başka bir şey bulamamış, içimdeki derin yalnızlığı teselli etmek için, başka çarem yoktu. Kendime itiraf edemediğim şeyse, bu durumun beni çok utandırdığıydı. Anladım ki; bu tuzak kendiliğimin takdirini getiriyor. Ben aslında babamın bizi terk edişinin gareziydim. Cazibesini duyduğum bu güvensizlik, erkeklerle paylaştıkça tekrardan canlanıyordu. Erkeklere ne yeğdi bilmiyorum da, ben artık beni kim kaybetmekten korkar, onun gerçek sevgiyi kovalayan bir erkek olduğunu biliyorum. Her şey bir yana… Size içimi döksem bunu kaldırabilir misiniz? Fakat gerçekten döksem içimi, en çıplak halimle anlatsam beni dinler misiniz? Hiç sır bırakmadan anlatsam, kendimden utanmadan, her şeyi apaçık anlatsam… Beni yargılamadan dinleyip kaldırabilir misiniz? Babam aslında annemle benim aramda ilk ayrılığın başrol oyuncusuydu. Varlığıyla yarattığı bu sınır, annemle girdiğim bu göğüs göğse çarpışmaya karışarak, aynı zamanda içimdeki kapanma arzusunu dizginlemişti. Benim için aşırı tüketim bir sonuçtur. Önemli olan, onu yaratan boşluğu saklamaya çalışıp, kendini ifade etmenin tek yolunu, kendi oluşumumuzda bir kusur olup olmadığına bakmaktır üretim. Beyaz atlı prens hikâyesine beni inandıran annem değil aslında babamdı. Ben size diyeyim mi… Kız çocukları için yasak aşkı korkusuzca yaşamak, anneden kurtulma arzusunun şiddetinden kaynaklanıyor. Babamla eşleşebilmemin başka çaresi yoktu. Aslında biz küçük kadınlar, bakire doğmak yerine, kadınlık tarihi içinde kayboluyoruz. Ben Buket, bir kadın ve bir insan olarak, artık içimdeki küçük şeytana sarıldım. Evet… Erkekler bana olan ilgilerini hemen kaybediyordu. His ettiğim acıyı anladım. Fakat daha fenası, o erkeklerden biri benimle ilgileniyorsa, boşuna ve geçici olduğunu düşünüyor, aslında gerçeğin, annemin bahsettiği lanetli kadınların hikâyesine benzediğimi anlıyordum.
…Ve maceraya atılmaya tahammül ediyorum.
Babamla avluda kahve içerken, ona başsavcıların bağlılık yeminini garip bulduğumu anlatmaya başladım. Yemin bizzat böyleydi: “Anayasayı, Yasalarını ve diğer mevzuatını koruyacağıma, görevimi doğruluk, tarafsızlık ve hakka saygı duygusu içinde sadece vicdanımın emrine uyarak yapacağıma namusum üzerine yemin ederim.”
“Baba… Bu yemine bakarak neden bir insanın vicdanına güvenmek zorundayız, öyle saçmalık mı olur?, dedim.” Yanakları daha bir kızarmış, beyaz kaşlarını dikerek. “Hukuk mekaniktir Buket. Yemin hem kesin delil hem de beyandır. Bizde bu daha sonra taraf sorgulamasına, çok daha sonra da kutsanan şeyler üzerine yapıldığı için önem taşıyor.”
“Sana bir şey okuyayım mı baba?” “Oku tabi…”
“Sonra bir avukat, “Bize kurallardan bahset…” dedi. Ve o cevap verdi: “Siz kurallar koymayı çok seversiniz, Ama kuralları bozmayı daha çok seversiniz. Tıpkı okyanus kıyısında sabırla kumdan kuleler yapan, sonra da kahkahalarla onları deviren çocuklar gibi. Ancak siz kumdan kulelerinizi yaratırken, okyanus kıyıya kum taşımaya devam eder. Ve siz onları yerle bir ederken, okyanus da sizinle birlikte güler. Gerçekten de okyanus, daima masum olanla beraber güler. Fakat yaşamı bir okyanus ve insanların koyduğu kuralları kumdan kuleler olarak görmeyen kişiler için ne diyebiliriz? Onlar için yaşam bir kaya, ve kanun bu kayayı kendi isteklerine göre oyup şekillendirmek için kullanacakları bir keski gibidir. Dansçılardan nefret eden yeteneksiz biri için ne diyebiliriz? Veya boyunduruğundan hoşnut olup, ormanındaki geyiği başıboş bir serseri olarak yargılayan bir öküz için? Peki, derisini dökemediği için, diğerlerini çıplak ve ahlaksız olarak niteleyen yaşlı bir sürüngene ne demeli? Veya bir düğün şölenine erkenden gelen, iyice karnını doyurduktan ve yorulduktan sonra, yemekleri ve eğlenceyi kötüleyen biri için? Bunlar hakkında söyleyebileceğim tek şey, hepsinin güneş ışığı altında oldukları halde, Güneş’e sırtlarını dönmüş olduklarıdır. Onlar salt kendi gölgelerini görebilirler ve bu gölgeler, onların kanunları olur. Ve onlar için Güneş, bir gölge yaratıcısından başka ne olabilir ki? Ve onlar için kurallara uymak, başlarını yere eğip, toprak üzerindeki gölgelerini izlemekten başka bir şey değildir. Ancak yüzünü Güneş’e çevirmiş olanlarınızı, toprak üzerine çizilmiş imajlar durdurabilir mi? Eğer rüzgârla yolculuk ediyorsanız, hangi rüzgâr gülü yönünüzü çizebilir? Eğer boyunduruğunuzu kırarsanız, ama başka birinin hücresinin kapısında değil, hangi kanun sizi sınırlayabilir? Kurallar Ve eğer dansederseniz, ama başka birinin zincirlerine takılıp sendelemeden, hangi kanun sizi korkutabilir? Orphalese halkı, davulun sesini boğabilir, bir lirin tellerini gevşetebilirsiniz, ama bir tarla kuşuna şarkı söylememesi için kim emir verebilir ki?”
“Kim yazmış bunu Buket?” “Halil Cibran yazmış…” “Hukuk böyle şiirlerle, kuşla, böcekle, anlatılacak şey değil Buket.” Babamı da anlıyordum. Onu da bu sistem yetiştirmişti. Oysa bu yazının derinliğine inse, hukuk yine mekanik kalabilirdi.
Babam Sokrates gibilerini severdi. Ona bakarsanız ben de Pisagor seviyorum, Heredot’u da severim. Heredot Pisaor’dan şöyle bahseder; Pisagor, Mısırlılardan bir ruh göçü öğretisi almıştır. Bu öğretiye göre; ruh ölümsüzdür, vücut yok olunca her defasında meydana gelen bir başka varlığa girer ve bütün varlıkları dolaşıp yeniden o zaman doğan bir insan vücuduna girer ve bu 3000 yıl sürer.
Bir anlatıya göre;
“Bir gün sopayla dövülen bir eniğin yanından geçerken ona acımış ve şöyle demiş: Dur, vurma! Çünkü o sevdiğim bir adamın ruhu, bağırışını duyunca onu tanıdım.”
Ben bütün bunların dışında, günümüzde ve an da kaldığımız anın gereği, Halil Cibran’ı Cem Mumcu’yu da okumak, dinlemek gereğinden bahsediyorum. Ne çok konuşuyorum değil mi? Çenem düşük ne yapayım. Beni dinleyen birini bulunca susamıyorum.
Çünkü kişisel gelişim adı altında bize anlatılıp, tamamen kişisel gömüşüme dönen bu sevgi, spiritüellik ve yaşam koçluğu ekonomisinin, ekmeğini yiyenlerden tiksiniyorum. Artık biri sevgi ya da yaşam koçluğundan bahsediyorsa, onun geçmişine, eğitimine, birikimine bakıyorum. Sonra bu da yetmiyor, kafamı yakıyor mu yakmıyor mu ona bakıyorum.
Sevgi işi, öyle sevelim, sevilelim, kendimizi sevelim sığlığında başlamıyor.
Beni ışık ve sevgi yoluna kim mi taşıdı? Humi tabiki;
Benim aslen Türkçe dilini konuştuğumu anlayınca, “seni ancak bir şekilde dinlerim. Sana bir şey okuyacağım ve bir soru soracağım. Bunu bütün kalbinin en gerçekçi haliyle cevaplayacaksın.”
Ve uzattığı sayfayı, dışımdan, sakince okumamı istedi.
“Mineralde uyudu,
Bitkide düş kurdu,
Hayvanda uyandı,
Ve İnsan’da kendini buldu…”
“Bu sözler Ömer Hayyam’a ait. Böyle bir yol göstericiyi bırakıp beni nereden buldun?, deyince.”
“Ben hayatta tesadüflere inanmam, aynı zamanda o yaşamıyor dedim.”
Önce gülümsedi, belli ki cevabım ona çok gerçekçi gelmişti.
“Ve aşk mağdurusun öyle mi Buket?”
O karmakarışık ormanın ortasında, tek kelime bile edemedim, sadece ona baktım, baktım ve baktım.
Buket… Sevgili sevgilinin öğretisi, birbirinin öğreticisidir. Yol arkadaşlığı tam manasıyla işte budur. Bu yolla ilgili birçok şey anlatılır. Herkes sevginin enerjisinden, birbirlerine verilen zararlardan, arınmadan, egolardan kurtulmak gibi bir sürü şeyden bahseder ve çok yazı okursun. Fakat kimse bu yola nasıl çıkıldığından bahsetmez. Bu yola çıkmak önce geri dönülmez bir kararlılık, ilk aşamasında beden temizliği, sevgililerin birbirlerine aracılığını, desteğini ister. Beden temizliği için önce aşırı alkol ve uyuşturucu kullanımını bırakmak gerekir. Çünkü aşırı alkol ve uyuşturucu Aura enerjini olumsuz etkiler. Sonra gereken şey, kırmızı et yemeyerek, onun bıraktığı kaba enerjiden arınmaktır. Daha fazla meyve tüketmek ister. Anlatılan ve yöneldiğimiz sevgi enerjisinin, bilinen evrendeki karşılığını bak yine sana senden bir örnek vererek anlatayım. Lütfen bunu sesli okur musun Buket?
Halil Cibran cümlelerinde şöyle belirtmiştir. “Bırakın mesafeler olsun birlikteliğinizde. Bırakın dans etsin göklerin rüzgârları aranızda. Bırakın ruhlarınızın kıyıları arasında dalgalanan bir deniz olsun aşk.”
Duydunuz işte, beni Hayyam, Halil Cibran ve daha niceleri ile tanıştıran yine oydu.
Bütün o naifliği ve sonu görünmeyen amazon havzasının içinde, memeli kuşlar, çağlayan su, akşamüstü yapraklarının müziğini duyuyor, koku alamıyor, sanki büyük bir aydınlık içinde sadece o ve ben vardım.
Fizik yoktu, kimya yoktu, yüreğinin sıcaklığı içime dokundu.
Beni takip et dedi, derin nefes alıyor, aldıkça sakinleşiyor, içimi alan yüzleşmenin korkusuyla öylesine üşüyordum ki;
Sonunda bir oyuğa geldik. Bu büyük oyukta bana üç tane mum verdi. Gülümseyerek, merak etme biz Hristiyan değiliz, düşmanı da değiliz dedi.
Bir dilek dileyeceğiz, şimdi dediklerimi tekrarla;
“Üç mum yaktım Evren’de
Biri Sirius
Diğeri kalpleri
Öteki, ruhlar ışıldasın diye”
Aralarına ben Buket diye girdiğim bu Perulu kabileden, başka bir isimle çıkacağım hiç aklıma gelmezdi. Humi o gece beni yola kabul etmeden önce, aynen şunları söyledi: “Kendi dünyası içinde bir insan yaşar. Ve bilinir ki; o dünyada güneş iki defa battığı yerden doğmuş, kutupların yeri değişmiştir. Denizler çöl, buzullar tropik orman olmuştur. Kendi dünyasında, bilinen evrenin içinde bir insan yaşar. O evren ki; Onun gibi ayrı altı evren, her bir altı ayrı evren, on iki büyük evrenin içinde yaşar. Zamanlı evrende kere-kere yaşar insan, ruhunun büyük gücünün hapsolduğu bedeniyle. Bağlandıkça ruhu bedenine, tortu bırakır her seferinde. O tortu ki; Zamanla kabuk olur. Kendi mahiyetine nüfuz edebilirse insan, derinliklerine inebilirse ruhuna ağırlık o tortunun. İşte o zaman aşkın insan kimliğini kazanmaya başlayacaktır. Kimliğin üzerinde şöyle yazar; “Her şey sevginin bir aksinden ibarettir, artık adın sevgide yok olma.”
Sen insan…
İki sonsuz arasında devam etmekte olan uzun zincirin parçası sen…
Sen ovadaki çiçekli patikada yürü. Ötekisini bırak.
O gece öyle ağladım ki; sanırım başka bir zaman öyle ağlamamıştım. Ağladığın sensin Buket, ağla ağlayabildiğin kadar. Yarın yola çıkacağız. Elbet teka:mül edeceksin. Fakat kırklı yaşlara gelip, içindeki gençlik delindiği için teka:mül etmek yerine yirmilerinde gibi eğlenip, yaşama enerjini kaybetmeden aynı zamanda nasıl teka:mül edilir onu öğreneceksin.
İşte yarın yeni bir yol var benim için. Lefkoşa’ya kadar geldim. Yarın, bana “Buket ne ister diyen erkeği arayacağım.”
Yine şu Portekiz’de rehin kaldığım birkaç günü anlatmaya zaman kalmadı. Zaten haftaya ona da anlatacağım için onunla beraber öğrenmiş olacaksınız.
Haftaya görüşürüz. Ben biraz Suriçi’nde gezmeye gideyim. Sevda arıyor sabahtan beri, ille de gel diye.
Hikâyenin birinci bölümü için: http://gazeddakibris.com/kucuk-mavi-balikcil-tevfik-aytekin/
Hikâyenin ikinci bölümü için: http://gazeddakibris.com/iste-bu-bizim-hikayemiz-kucuk-mavi-balikcil-2-bolum-tevfik-aytekin/