Bu makale ilk kez 20 Mart tarihinde Avrupa Gazetesi’nde yayımlanmıştır.
Tek bahar çiçeğini bile görmeden geçmemeli, güller solmadan kendimize taçlar yapmalıyız. İnsan sessizce, arada kaderinin şarkısını mırıldanırmış. O yıllar Yaşar Kemal hoş kokulu otlar arasında yaşıyor, etrafını kuşatan ülkeden ve yabancıların akınlarından tecrit edilmiş gibiydi. İşte o zamanlar, bir daldaki çiçeğin öbürüne benzemediğini, bir çimenlikte hiçbir yaprağın, bir yöredeki hiçbir karıncanın, pınarın birbirine benzemediğini gözlemliyor, bunların hepsini Savrun çayından öğreniyor, kıyılarında yürüyor, düşüncelerini öyle geliştiriyordu.
***
Doğanın en küçük parçalarına bir isim bulamıyor fakat her bir küçük parçasının bile bir kimliği, bir kişiliği olduğunun farkına varıyor, vardıkça, iç sesi yıkım bir bütündür, sömürü bir bütündür, insanlığı yıkıma uğratan kapitalist sınıf bizi yaratan doğanın da gözünün yaşına bakmayacağını tekrarlıyordu. Ve romanlarında bu iki korkunç yıkıma, sömürüye karşı çıkışı, değişim dönemlerinin yarattığı etkileri yazması ona sebepti.
***
1950’lerde Akçasaz bataklığının kurutulmasına bizzat şahit olmuştu. “Herif vurdu ekskovatörü, yemin ediyorum, üç ayda bir damla su bırakmadı”, diyecekti. Akıtmış, Ceyhan ırmağına gitmişti. Bataklıklar, kamışlıklar kalmamış, hepsi tarla olmuştu. Traktörler sabaha kadar kök sökmüştü. Sular değişmiş, ağaçlar değişmişti. Atmışlar tarım ilaçlarını, ne böcek ne karınca kalmıştı. Apayrı bir sinek türü çıkmıştı. Sınıf değiştikçe doğa da birlikte değişmişti. Feodal düzenin doğasıyla kapitalist düzenin doğası ayrı şeylerdi. Feodal düzenin doğası daha az sömürülüyor, daha öldürülüyordu. Kapitalist düzen makinalarıyla, tarım ilaçlarıyla doğayı daha çabuk öldürüyor, daha çok sömürüyordu. İşçiye yaşayacağı kadar bir şeyler bırakmak zorunda olan kapitalist düzen, bunu doğasından esirgiyor, doğayı hiçbir şey vermeden sömürüyordu. Dünyamız böylesine bir ölüm, yıkım karşısında kalmıştı. Bu acı benim romanlarımın ana konusuydu.
***
Tek bakkalında pahası ancak bir liralık çikolataların satıldığı, tek fırınlı Zigana Köyü’nde köknarların, çınarların, dev boylu çamlarının gölgesinde yetişen orkidelerin, ters lalelerinin arasında, her yeri ağaç kökleriyle sarılmış, örümcek ağları ile bezeli, yanmış odun kokulu, dedemin Güneş adında bir sanat merkezi vardı. Örümcek ağlarına dokundurmazdı, temizlemezdi. Yol yaparken ağaçları söken devlete bir başkaldırış için ağaç köklerinden sanat yaptığını anlıyordum da, o köklerin insanlığın birleşen kökleri olduğunu ancak otuzumda anlamıştım. Çünkü sanatını açıklamazdı. Bir yaz derenin içine amcam Güneş Aytekin ile birlikte taşlardan havuz yapmış, leğenlerin içine binip gemicilik oynamıştık. Sonraları bizim köye en büyük kazığı biz köylüler atmış, on bin yıllık deremize beton döküp, çevresine kurbağaları, tatlı su yosunlarını cezaevine koyarcasına demir parmaklıklar yapmıştık.
Sevdiği bir dostunun Dedem Ressam Azmi Aytekin ile yaptığı bir sohbetle bitirelim;
+Davudof
– Efendim Azmi abi.
+ Bu sabah kahvaltıya anneme çıktım.
– Eeee
+ Kapıya yaklaştım annem sanki bütün köyle kavga ediyordu.
– Hayırdır abi.
+ İçeri girip sordum ben de senin gibi “hayırdır anne ne oldu”, diye? “Ayı bütün tarlamı mahvetmiş”, dedi annem. “O tarlayı sararken ayıya sordun mu anne”, dedim. “Dedemin babamın yerini sarmak için ayıya neden soracaktım, deli misin nesin”, dedi annem. “Doğa hayvanlarla ortaklaşa kullandığımız bir alandır anne, onun yerini ona sormadan sararsan gelip bozar işte”, dedim. “Deli deli konuşma hazırlamışım kahvaltını ye de git iç rakını sen”, dedi Annem. Ben kahvaltımı yapana kadar annemin ayıyla kavgası devam etti.
– Abi sonra…
+ Kahvaltıdan sonra ormana gidip buldum o ayıyı Davudof. Dedim ona ki bak “annem ve köydekiler size sormadan sizin yerlerinizi sarıp tarla yapmışlar ama siz onlara aldırmayın. O tarlalarda yetişen her şeyde sizin de hakkınız vardır, her zaman gelin alın hakkınızı. Annem biraz kızmış sana, çok da hakaret etti ama ben gerekeni söyledim anneme. Senden de annem adına özür dilerim.”
– Abi sonra…
+ Ayı beni anladı, vedalaşıp geldim sen geldin işte…