Av meselesine ve buna dair tartışmalar üzerine pek çok şey yazılabilir. Son günlerde yaşanan tartışmalar ve özellikle de avcıların kendilerini mağdur pozisyonunda gösterme çabası, Kıbrıs’ın kuzeyindeki insan topluluğunun dünyanın ve dolayısıla da kendisinin gerçek sorunlarıyla ne kadar yabancılaşmış olduğunu göstermekte.
Belki de bu toplumun içerisinde azımsanmayacak bir kesimin ava olan arzusu ve hevesi, bu yabancılaşmanın bir ürünüdür.
İçine kapanık, coğrafi ve politik olarak izole, hem siyasi bir iradi varlık olarak hem de ekonomik bir güç olarak kendi kendisini oluşturamamış bir topluluk için, şiddetin ve öldürmenin bir biçimi olarak av, kendi kendisini bir ifade aracına dönüşmüştür.
Bir kesim için Kıbrıslı Türklerin yaşadığı toplumsal travmalar ve çıkmazlar, doğa ve insan dışındaki canlılara yönelik bitimsiz bir şiddete ve yok etme güdüsüne dönüşmüştür. Bunu, avı meşrulaştırmak için değil, tam tersi, bu coğrafyadaki kötülük patlamalarının, için için çürümenin hangi sonuçları doğurabileceğini vurgulamak için söylüyorum.
“Av hakkımız” diyen bir topluluk ancak şiddet ve kötülük değerlerinin egemen olduğu bir coğrafyada mikro bir faşizm örneğidir. Doğayı, hayvanları ve yaşamı yok ederek, kendisini var kılabileceğini sanan bir mikro faşizm örneği.
Fakat son günlerde yaşanan tartışmalarda gerek avı savunan gerekse de av ile iligili eleştirel yaklaşımlarda bulunan bazı kesimlerin ‘ama’lı cümleler kurmaları böylesine bir şiddet eyleminin normalleştirilmesi anlamında çok net bir örnektir.
“Ama av kültürümüzün bir parçası”, “Ama avcılar doğayı sever”, “ama av geçmişten beridir var”… Bunlar daha da uzatılabilir… Pek çok normalleştirme kalıbı da zaten ‘ama’lı cümlelerle şekillenir…
Mesela kadına şiddet meselesinde “ama hak etmişti” denilebileceği gibi, ‘kültürümüzün bir parçası’ meselesinde de ‘kadının yeri evi’dir de denilebileceği gibi. Veya yine bir erkek şiddetini, aşka ve sevgiye bağlayarak meşrulaştıranlar olduğu gibi, av şiddetini de doğa sevgisi olarak meşrulaştırabiliyorlar…
Kaldı ki av, hem toplumsal cinsiyet eşitsizliğini ve tahakküm biçimlerini, hem de şiddet ve militarist kültürü yeniden üretmekte, yaygınlaştırmaktadır. Av dolayımı ile bireysel silahlanma artmakta, hayvanlara yöneltilen silahlar zaman zaman insana da yönlendirilmektedir. Kadına şiddet vakalarında, intihar olaylarında, aile veya komşu kavgalarında av tüfeği bir şiddet ve korku salma aracı olarak kullanılmakta. Bununla beraber avcıların birbirini vurmadığı bir yıl da yoktur. Avı normalleştirmek tüm bu ilişki biçimlerini de meşrulaştırmak anlamına gelmekte.
Fakat burada en kötüsü, bazı muhaliflerin dahi avı kültür meselesine bağlayıp meşrulaştırmaya çalışmaları. Kültür sanki sorgulanamaz, mutlak ideal ve iyi, kati suretle de sınırlarından çıkılmaması gereken bir şeymiş gibi, birden bire bu alanın içerisine kilitlenmek istenirsiniz. Halbuki kültür denen mefhum, ne mutlak suretle iyi veya kötü ne de sorgulanamaz, kalıcı veya değişmezdir. Ama her köşeye sıkışanın sarılabileceğini sandığı joker kartı da değildir. Ne yazık ki barışı savunan pek çok kesim bile, bu alana sığınıp hayvanlar ve doğa üzerindeki savaşı, şiddeti ve ölümü meşrulaştırabiliyor.
Normalleştirme, gündelik hayatın her anında karşımıza çıkabilecek, bilerek veya bilmeyerek tekrar üretebileceğimiz tehlikeli süreçleridir. Av meselesinde olduğu gibi sosyal medyadan ‘ama kültürümüzün bir parçasıdır’ denilerek de ‘avcılara katılmam ama…’ ile devam eden cümlelerle de şiddetin ve ölümün normalleştirilmesi gerçekleşebilir.
Burada belki de yapılması gereken şey, konfor alanlarına müdahaledir. Avcıların pek çoğu kendilerine gelen bazı eleştirileri makul eleştiriler olarak görüp oradan bile kendi kendilerini meşrulaştırabiliyorlar. Fakat kendilerinin ‘korunaklı alanlarına’ dair bir ifade ağırlarına gidebiliyor. Örneğin, ‘öldürmek’ ve ‘katletmek’ gidi ifadeler…
Bu ifadeleri pek çok kişi, hatta yukarıda değindiğim ‘makul eleştiri yapan muhalif’ tiplemesi de saldırı olarak algılamakta. İşte tam burada normalleştirmenin ne kadar tehlikeli boyutlarda olabileceği ile karşılaşırız. Çünkü hiçbir avcı kendisini katil veya katleden olarak görmüyor.
Halbuki avda yapılan eylem bizzat öldürmek, katletmek ve yok etmek üzerine kurulu bir eylem. Eylemin kendisi bir canlıyı silah ile öldürmek. Fiil çok net. Sıfat çok net. Hatta öldürme eylemi üzerinden dahi bir biriyle yarışan, kim ne kadar canlıyı öldürecek çekişmesine giren avcılar da var. Fakat öznenin bir katile dönüştüğü bu süreçte, hiç kimse bunu, yani katile dönüştüşünü kabul etmez.
Çünkü hayvanlar zaten öldürülmesi için doğada olan yaratıklar olarak kodlanmıştır. Yani normalleştirilmiştir. Dolayısıyla bir avcıya, aslında yaptığı eylemin ne olduğunu söylemek, yani ‘katilsin’ demek hiç de hakaret değildir. Tam da olduğu ama sürekli olarak inkar ettiği veya inkara itildiği şeyi suratına vurmaktır. Normalleştirme ve konfor alanlarına bir müdahaledir. Belki de yüzleşmelerini sağlayacak bir tepkidir.
Dolayısıyla avın ve avıcının ne olduğunu, kim olduğunu söylemekten sakınmamalı. Normalleştirme süreçlerine dair de müdahalelerde bulunmaktan çekinilmemeli. Bu sadece av meselesinde değil. Hayatın her alanında. Ava karşı olup da ‘etsiz yaşayamam’ diyenler de söz konusu katliamın bir parçası aslında. Ava karşı olmanın doğal sonucu tüm mezbahaların da kapatılmasını talep etmektir. Fakat pek çok kişi bununla yüzleşmek ve hayata, canlılara ve gezegene dair etik bir tercih yapmaktan kaçınmakta.
Yukarıda bu yazıya başlarken, av meselesinin belki de içine kapanık bir toplumun şiddet eğilimi olduğunu ifade etmiştim. Bu ve bunu gibi daha onlarca kötülük, toplumun kaderi veya alın yazısı değil. Fakat tam da bunlardan uzaklaşmak ve bir dönüşüm patikası açmak için hayata, yeryüzüne, canlılara ve geleceğe dair etik sorumluluk taşıyan kararlar vermeliyiz. Şiddetin ve kötülüğün normalleştirilmesi bu kadar kolay olmaması lazım.