*Çok uzun zamandır yazı yazmak içimden gelmiyordu, birden yazmaya başladım, eğer vazgeçmeden gönderebilmişsem, iyi okumalar*
Toplumsal Cinsiyet çalışmaları geçmişinden gelmem ve aşk üzerine uzun düşünceler sonucu, konu tekrar gündeme gelmişken kendimi bunları düşünürken buldum. Bu yazıda, siyasi bağlam üzerinden sürdürülen “aşk” konusunu kendimce kısaca ve en basit haliyle tartışmaya çalışacağım. Bu tartışmayı geliştirecek/değiştirecek yorumlar beni mutlu eder.
Bahsettiğim gibi aşk olgusu cinsiyet çalışmalarının en temel ögelerinden biridir. Bunun nedeni ana akımda oluşan romantikleşen aşk değil, aşkın temellerinden biri olan arzunun nasıl oluştuğu sosyolojik ve toplumsal cinsiyet üzerindeki tarihsel tartışmalarının bir parçası oluşundandır. Arzu, yani bir kişiyi, bir olguyu, durumu, nesneyi arzulama hali aslında toplumda yaygın olarak bilindiği şekli ile o kişi, olgu, durum ve nesneden doğru değil kişiden o kişi, durum, olgu ve nesneye doğru oluşur. Yani basitçe, bir şeyi o şey “güzel” olduğu için değil, sizce güzel olduğu için arzularsınız. Örneğin Judith Butler, tüm yazı ve kitaplarını yazarken motivasyonunun arzuyu bulmak ve onu kaybetmemek olduğunu söyler. Michel Foucault ise Cinselliğin Tarihi kitabında tarihsel olarak arzunun nasıl oluştuğunu uzun uzun anlatır. İkisinin de kitaplarını okumanızı öneririm.
Dilimizde arzu ve aşk genellikle birbiri ile bağlantılı ve karmaşık şekilde kullanılır hatta arzu kelimesi toplumda cinsellikle bağdaştırıldığından arzunun yerini çoğu zaman aşk alır. Oysa ikisi de aslında biriciktir. Aşkın nasıl oluştuğu bizlerin rahimdeki ilk anlarından yaşayıp nefes aldığımız son ana kadar oluşmaya, gelişmeye ve değişmeye devam eden bilinç dışı bir durumdur. Neye neden âşık olduğunuzun bir cevabını bulamazsınız, bir insana neden âşık olduğunuzu bulmanız için dahi çok uzun psikoterapi seanslarına gitmeniz gerekebilir ve bu seansların sonunda belki de âşık olduğunuz kişiyi artık arzulamayacaksınızdır, çünkü aşkınız da sizin gibi değişmeye mahkumdur. Bunu kontrol edemezsiniz, elbette aşkı ya da arzuyu rasyonel bir düzeye oturtmaya çalışabilirsiniz, zaten sağlıklı bir birey olabilmeniz için bunu yapmanız gerekir. Ancak bunların hiçbiri neden bir cinsiyetten, bir yönelimden, birkaç cinsiyet ya da yönelimden birkaç saç renginden ya da tek bir el hareketinden, bakıştan hoşlandığınızı ve arzuladığınızı açıklayamaz.
Bu yapmış olduğum üç paragraflık girizgâh aslında benim laf uzatmayı sevmemin yanında tartışmaya da biraz ışık tutacağını ya da en azından nereden baktığımı anlatmaya çalışmamın olabildiğince kısa bir özeti.
Buradan baktığımızda, bu bilinçaltımızın en derininde duran aşkı, siyasi figür, ideoloji ya da eyleme koyduğumuzda ne olur? Öncelikle, siyasetin en önemli olgusu rasyonellik yerle bir olur. Siyasi bir figür, bulunduğu konum gereği size (demokratik bir yapıdan bahsediyorsak) aklı ile öncülük etmeyi, görüşü ve eylemini akıl yolu ile ilerletmeyi vaat eder. Ama en nihayetinde sizin gibi bir insandır, aynı görüşte olun ya da olmayın yanlış yapmaya, fikir değiştirmeye, bilmemeye, görmemeye hakkı vardır. Toplumun bir parçası olan bizlerin de bu değişen fikirler ve davranışlar sonucunda onu değiştirmeye hakkımız vardır. Ancak, bu denklemden akılı çıkarıp yerine aşkı koyarsanız ne olur? Teraziyi bozarsınız. Siyasi bir figüre aşkla bağlı olduğunu iddia etmek rasyonel düşünceyi yerle bir eder ve yerine bir kişiye sonsuz bağlılık, görmezden gelme ve güç verir (tanıdık geliyor mu? Eminim siz de birçok sonuç ekleyebilirsiniz). Aşkla bağlı olduğunuz bu figür bir hata yaptığında susarsınız, eleştirildiğinde sinirlenirsiniz, ne olursa olsun yanında olmanız gerektiğini hissedersiniz. Gelişim ve değişim alanını kendinizde ve bağlı olduğunuz figürde göremediğiniz için, bulundurduğunuz güç gereği ezdiğiniz insanlar 5 iken, 500 olur, 5 bin olur, 5 milyon olur. Aslında tıpkı insan ilişkilerindeki gibi rasyonel bir yerde duramayan bu aşk da sizi ve maalesef toplumsal da bir durum olduğu için toplumu yok etmeye başlar.
Aynısı, bir ideolojiye olan aşkta da geçerlidir. Bir ideolojiye, bir fikre ve bir gruba sonsuz “aşkla” bağlanmak bir süre sonra o olgunun hatalarını, yanlışlarını görmenizi engellediği gibi, en değerli noktası olan eleştiri ile değişimine ve gelişimine izin vermemiş olursunuz. Çünkü yukarıda da bahsettiğim gibi bu arzu ve bağlılık dıştan içe değil içten dışa olduğu için onun değişmesini istemez, değişimini de göremezsiniz. Oysa, tıpkı siyasi figürler gibi, ideolojiler de bizlere liderlik etmek için vardırlar, bize ışık tutarlar ancak yolu nasıl yürüyeceğimiz, ışığı ne kadar kullanacağımız bize kalmalıdır. Işığın değişmesine ve gerekiyorsa sönmesine bile izin verebileceğimiz bir uzaklıkta durmamız gerekir. (Bu da tanıdık geliyor mu? Bana çok tanıdık geliyor.)
Doğduğumuz coğrafyayı aşkla sevmek zorunda değiliz, siyasi liderimizi aşkla sevmek zorunda değiliz. Hiçbir hakkı savunmak için, o hakkı ya da o hakka mensup kişileri sadece aşkla değil, sevmek zorunda bile değiliz. Kadın haklarını savunmak için kadın olmanız gerekmediği gibi, kadınları sevmeniz de gerekmez, çocukları sevmeden çocukların dünyadaki tüm haklara sahip olması gerektiğini düşünebilirsiniz. Önemli olan bu kontrol edilemez duygu ile son derece kontrol edilebilir, tartışılabilir, yasal ve etik çerçevede değiştirilebilir olguları birbirine karıştırmamaktır.
Bu aşk bana göre patolojik bir aşktır ve üzücü bir şekilde özellikle dünyanın dört bir tarafında Amerika’daki Trump sevdalısından, Kıbrıs’ın kuzeyinde başka bir ülke liderine duyulan aşktan, adaya duyulan aşktan, daha birçok uzatmak istemediğim örneğe kadar görülebilir.
Patolojik bir durum genellikle sorunun ne olduğunu bulmak ve onu iyileştirmek ile düzelir. Aynen yukarda bahsettiğim hisleri bir dönem yaşamış birisi de olarak dileğim, içinizdeki bu patolojik aşkı bulup, siyasi bir partiye, kişiye neden aşkla bağlı olduğunuz sorusunun cevabını aramanız ve rasyonel bir zeminde buluşmamızdır.
*Umarım biraz düşüncelerimi anlatabilmişimdir, biraz paslanmış olabilirim, buraya kadar okuyanlara teşekkürler*