Ana muhalefet partisi CTP’nin ekonomi yönetimi konusunda sınırlı kapasiteye sahip olduğuna dair somut bulgularla sık sık karşılaşıyoruz. Konu sadece CTP’nin sol bir gelenekten gelip, daha sonra ana akım bir siyasi partiye dönüşümü ile sınırlı bir sıkışıklık daha net olacaksak bir liberal – sosyalist ikilemi değildir.
Partinin “liberal” kanadından da ekonomi konusunda güçlü argümanlar üretilmediği gibi, “sosyalist” kanadında da sloganın ötesine geçen argümanlar ortaya çıkmamaktadır. Bu argümanların altının boş olmasının yanı sıra, siyasi pozisyonları ortaya koyanların, konu ile ilgili çok düşünmeden yorumlar yaptığı gerçeği de açıkça önümüzde durmaktadır.
Ancak, CTP’nin yönetsel mevzuları Cumhurbaşkanlığı yarışının içine katarak ortaya koyduğu 3 ayaklı vizyon, üst ifadeler ekseninde tutarlı olduğunu söylemek gerekir. Hatta, diğer siyasi partilerde olmayan bir ifade ile CTP kendine bir alan da yaratmaktadır. Ancak, konular detaylandırıldıkça, aslında meselenin yine yeteri kadar çalışılmadığı sonucu ortaya çıkmaktadır.
CTP’nin politika üreten kanallarının bu konuları ne kadar derinlemesine çalışıp, hangi oranda genel başkanlarını bilgilendirdiklerini bilmiyorum ama CTP Genel Başkanı Erhürman’ın ekonomi konusuna daha ciddi eğilmesi, ifadelerinin ne anlama geldiğini iyi değerlendirmesi gerektiğine inanıyorum. Özellikle, Erhürman’ın başbakanlık deneyimine de sahip olduğunu düşündüğümüzde, ekonomi konusunda bu derece “bihaber” ifadeler kullanıyor olması cidden üzerine eğilmesi gereken bir meseledir.
Bu ifadeleri ön plana çıkarıp sorgulayacağım bu yazıda, muhtemelen eleştiriye tahammül göstermeyen birçok partizanın, absürt bir fırsatçılıkla konuyu Cumhurbaşkanlığı seçimlerine yoracağına inanıyorum. Ancak bu yazıdaki niyet cumhurbaşkanlığı seçimi değildir. O yüzden Nisan ayında gerçekleşecek seçim için uyduruk mağduriyetler yaratarak sempati toplamak yerine, yapıcı olarak ortaya koyacağım eleştirilerin, dikkatle değerlendirilmesini umduğumu en baştan ifade etmek isterim.
Bu noktadan itibaren, geçtiğimiz günlerde CTP Basın bürosu tarafından yapılan açıklamaya bir bakalım.
“Kendi kaynaklarımızla kendi ekonomimizi çevirebilmemiz gerekir” başlığıyla medyada yer bulan bu ifade, ekonominin izole bir alan olduğu ve kendi kendine var olabilecek bir kavram olarak anlaşıldığı kendini gösteriyor.
Bu ifade ile Genel Başkan ekonomiye, kendi uzmanlığı olan hukuk gibi davrandığı ve bu şekilde anladığına dair bir işaret göstermektedir. Hukuk bir egemenlik alanı içinde idari bir sistem yarattığından ötürü, izole bir kavram olarak ele alınabilir. Uluslararası hukuktan kaynaklanan referansların, kktc coğrafyasında bağlayıcılığı bulunmadığından bu anlayışın evrilmesi mümkündür.
Bu anlamda başlıklar halinde, burada ortaya konulan ekonomik anlayışa dair çelişkileri ele almanın yararlı olacağına inanıyorum.
- Enerjide dışa bağımlılık
Ekonomiyi, sınırların ötesinde kurgulayıp anlamak zorundayız. Çünkü kuzey Kıbrıs denilen yarım coğrafyanın kendi kaynakları ile var olması imkansızdır. Sürekli bir ithalat ilişkisi ile karşı karşıyadır. Öz kaynaklarını etkin bir şekilde kullanması, optimum bir refah sağlamayacağı gibi, esas olan ithalat üzerinde oluşan refah kaybına yönelik rasyonel fikirler üretmektir.
Üretimin temelini enerji kaynakları oluşturmaktadır. Akaryakıttan başlayarak birçok üretilen ürünün temel girdisi yurt dışından ithal edilmek zorundadır. Bu yüzden de kendi kaynaklarımızla kendi ekonomimizi çevirmemiz imkansızdır. Başta vurgulanan ifade kapalı bir ekonomik model yaratmaya kadar giden bir alana doğru bir anlayışı ifade etmektedir ki gerçekleşmesi mümkün değildir.
Dahası bu ifade ile son günlerde yaşanılan KIBTEK tartışması da kendi içinde çelişkiler barındırmaktadır. Medyadan takip ettiğim kadarı ile CTP, El-Sen grevini desteklemiştir. Grevi desteklerken, El-Sen’in dizel jeneratör talebinin bir çözüm olduğunu kabul etmektedir. Bununla beraber, alınacak jeneratörleri çalıştıracak enerji türü ister doğalgaz ister mazot olsun sonunda ithalata bağımlılığı arttıracak bir durum yaratacaktır. Bu uygulama da yine “kendi kaynaklarımızla kendi ekonomimizi çevirmemiz gerekir” temennisi ile çelişen bir iddiayı göstermektedir.
Enerjide dışa bağımlılığı azaltmak için güneş enerjisi gibi yöntemlere odaklanmamız gerekir. Bunun içinde Kıbrıs’ın kuzeyinin hem güneyle hem de Avrasya elektrik iletişim hattına dahil olması gerekmektedir. Hali hazırda, güneyin 780 milyon Euro’luk destek aldığı ve Girit – Kıbrıs – İsrail hattına siyasi bir angajman ile dahil olmanın daha temiz enerji ve daha etkin güneş enerjisi kullanımına olanak sağlayacağına yönelik görüşler vardır.
Güneş enerjisine yönelik fırsatları geliştirecek konuları önceliklendirmeden kendi kendine yetecek bir ekonomiden söz etmemiz mümkün değildir.
- İthalat bağımlılığı ve mali protokol kırbacı
Kıbrıs’ın kuzeyinde, ithalat ve ihracat arasındaki ciddi bir dengesizlik vardır. Bunun temel nedeni siyasi izolasyonlardır. Ancak sadece konuyu izolasyonlara bağlayamayız.
Bunun yanında sınırlı sermaye yatırımlarının olmasından kaynaklanan üretim araçlarımızın güncel olmaması ile ilgili de bir boyut vardır.
Ticari ilişkilerimizde en büyük partnerimiz Türkiye’dir. Ancak bu partnerlik tek taraflıdır.
2019 yılı Ocak – Eylül dönemi rakamlarına baktığımızda Türkiye ile ocak eylül döneminde ithalatın %63,2 sı gerçekleştirilmiştir. Başka bir deyişle, sadece 2019 yılının 9 ayında Türkiye Cumhuriyetine, Kuzey Kıbrıs’tan 5 milyar, 770 milyon, 238 bin 559 Türk liralık, kaynak aktarımı yapılmıştır.
Aynı dönemdeki ihracat rakamlarına baktığımızda ise 2019 yılında Türkiye’ye yapılan ihracat toplam ihracatın %52,9’una denk geldiğini ve aslında sadece 35 milyon 602 bin 556 liradır. Başka bir deyişle ihracatın ithalata oranı 0,006’ya denk gelmektedir. Daha basit bir ifade ile Türkiye’ye aktardığımız her 1000 lira karşılığında, Türkiye Cumhuriyeti’nden 6 lira almaktayız.
Türkiye’den mali protokol ile beklenen tutar ise 1 milyar 215 milyon TL civarındadır. Her ne kadar bu miktarın ne kadarının ödendiği ile ilgili net bir fikrim olmasa da, genel kanı bu miktarın ciddi bir bölümünün ödenmediği yönündedir.
Ancak, 9 aylık ticaret ile Türkiye’ye ödediğimiz oranın, Türkiye’nin Kuzey Kıbrıs’a yaptığı mali desteğin 4 katına denk gelmesi oluşturulmuş asimetrik ilişkinin en önemli özetlerinden birini temsil etmektedir. İhracat kalemi ise 1000 liraya karşı 6 liraya denk gelmektedir ve bu ilişkiye dair acil önlemler alınmadığı halde, “kendi kendine yeten bir ekonomi” yaratmak mümkün olmayacaktır.
Üstelik mali protokolün, siyasi koşullara bağlı olduğu gerçeğini de vurgulamak gerekir. Başka bir deyişle, Türkiye’den yapılan katkının siyasi bedelini de ödeyenlerin Kıbrıslı Türk seçilmişler olduğunu ve bunun sisteme büyük zarar verdiğini de vurgulamak gerekir.
Maalesef ticaretle ilgili noktaları açıklamadan, Kıbrıslı Türklerin üretemiyor olma halini, bir istisna olarak sunmanın faydalı olmadığını vurgulamak gereklidir. Oluşturulmuş ilişkinin üstüne gidilmediği halde, kendi kaynaklarımızın zamanla suyunu çekeceği ve doğal olarak sermaye aktarımının doğrudan Türkiye Cumhuriyetine geçeceği gerçeği karşımızda açıkça durmaktadır.
- Amaçsız ve Hedefsiz Teşvik Sistemleri
Bunun dışında ekonominin kendi kendini yaratamamasının önündeki engellerden biri de, teşvik sisteminin katma değer yaratan alanlar yerine, statükonun bekçisi olan alanlara aktarılması ile ilgilidir.
Kamu kaynaklarından çok ciddi pay alan doğrudan tarım desteğini ele alalım.
Özellikle tarım ürünlerinin ihraç edilen ürünlerin %80’ini oluşturduğundan önemli ekonomiye önemli girdi sağlamaktadır. Ancak bu ciddi bir bedeli de beraberinde getirir. Tarıma verilen kamu desteği gayrisafi yurtiçi hasılanın %1,7’sine denk gelmektedir. Bu AB üye ülkeleri arasında Bulgaristan hariç en yüksek oranı temsil eder. Aynı zamanda teşviklerin etkisi de son derece sınırlıdır. Uluslararası kurumların yaptığı hesaplamalarda AB ortalamasının neredeyse 2 katı katkı verdiğimiz üreticilerin, 4 katı düşük verimliliğe sahiptir. Dahası, desteğin verilme biçimi de AB müktesebatına uyumlu değildir. Bu açıdan çözüm ve AB vizyonu olan CTP’nin 2004’den bugüne defalarca hükümete gelmesi, tarım bakanlığını yönetmesine rağmen AB ile uyumlaştırılmış teşvik politikasını geliştirmekte sınıfta kalmış olması da, slogandan içi dolu uygulamalara geçememiş olmasının basit ama açık bir örneğidir.
- Türk Lirası ve parasızlığın maliyeti
Bir diğer nokta ise kendi ekonomimizin döngüsü için, değerin değişim aracı üzerine konuşmamız gerekmektedir.
Türk lirası bölgesinde yaşadığımız ancak Türk lirasına dair hiçbir karar alma hakkı olmayan bir Merkez bankasına sahipken, kullandığımız 100 Liralık bir banknotun, Türkiye Cumhuriyeti’ne maliyeti 18 kuruştur. Ancak, Kuzey Kıbrıs ekonomisinde Türk Lirası kullanımı için banknotların maliyeti yine 100 Liradır.
Başka bir deyişle, kaynaklarımızın kendi kendine yetebilmesi için dolaşımda üretilen değeri depolayan “paranın” üzerinde de bir yetkimizin olmamasından dolayı ciddi bir kayıp yaşanmaktadır.
Bunun yanında tam tersine bizim koşullarımızda 100 Lira karşılığı aktarılan kaynaklara, enflasyon ile değersizleşmesi de eklenmelidir.
Örneğin geçtiğimiz 2 yılda TC’nin KKTC bütçesine yaptığı katkının 1,2 milyar TL civarında olduğunu kabul edelim. Bu paranın ödenmesi beklenen zaman sırasında, 2018 yılı enflasyon oranı %29,96 çıkmıştır. Başka bir deyişle fiyatlar 1 yıl önceye göre %29,96 artmıştır.
Bu aslında 100 liralık katkının %29,96 değer kaybettiği yani 70,04 lira olarak bize yansıdığını göstermiştir.
2019 yılında ise %11 civarında bir enflasyon oranı hesaplanmıştır. Fiyatlar 11 lira daha artmıştır. Bu da aslında 2018 başında 100 liralık katkının 2019 yılı sonunda 63 lira etkisine sahip olduğunu göstermektedir.
Bu gelecek planlaması ile ilgili ciddi sorunlar yaratmakta aynı zamanda ekonomik anlamda büyüme rayında olmanın zorluğunu ortaya koymaktadır.
Üretilen değerin biriktirildiği “paranın” bizim irademizde olmaması, hem de genel kötü yönetim kaynaklı sebeplerden dolayı finansal dengesizlikler yaratır.
Bu da en hafif tabirle, kendimize ait olmayan ve etkileme gücümüz olmayan bir para birimi kullanırken, kendi kendine kaynakların yeteceği tezini savunmak gerçekçi değildir.
- Sermaye ve Kamu yatırımları
Ekonomi üzerine konuşurken, doğal kaynakların yanında sermaye ve insan kaynağını da ele alabilmek gerekir. Sermaye yapımızın, inşaat ve turizm dışında, acente ilişkileri üzerinden şekillenmektedir. Acente ilişkilerimiz üzerinden şekillenen durum, doğal olarak ithalat bağımlılığını yaratmakta ve yine imkansız olan “kendi kaynaklarla kendi ekonomimizin çevrilemeyeceği” için uygun ortam yaratmaktadır.
Kamu yatırımları ise ekonomik faaliyetlerin gelişmesi için en önemli araçlardır. Büyük miktarları içerecek kamu yatırımları ekonomideki çarpan etkisini de arttıran en önemli araçlardandır biridir. Ancak kamu yatırımlarına yönelik düşüş önemlidir. 2006 yılında GSYH’nin %7,9’unu temsil eden kamu yatırımları 2015 yılında %2,5’e gerilemiştir. 2010 – 2015 arasında kamu yatırımlarının büyümeye etkisi azalmaya başlamıştır. Bu da kamu sektörünün büyümeye yardımcı olmadığını göstermektedir. Ekonomik büyüme sınırlı sermaye birikimine sahip özel sektöre bırakılmıştır. Mevcut verilere dayanarak hesaplandığında özel sektör yatırımlarının büyümeye etkisi ise sadece 0,3% civarındadır. Bu mevcut koşulları gereği, Kıbrıs’ın kuzeyinde büyümeyi özel sektörün tek başına gerçekleştiremeyeceğinin en önemli kanıtını ortaya koymaktadır.
- Emek Piyasası
Sermaye yatırımları arasında inşaat faaliyetlerinin ön plana çıkması, ülkede ağırlıklı olarak ucuz işgücü olarak yabancı işgücünün kullanılmasına neden olmaktadır. Mevcut koşullarda ülkede 60 bin civarında kayıtlı, 15 bin civarında ise kayıt dışı istihdam yapıldığı tahmin edilmektedir.
75 bin kişilik istihdam havuzunda çalışan emekçilerin ücretlerinden biriktirdikleri fazlanın transferini ise ekonomik döngüye katmanın ayakları yere basan bir ekonomiye yardımcı olacağını söylemek ve bunu bir çözüm olduğunu ifade etmek sol bir partiye uygunsuz olduğunu ifade etmeliyim.
Yukarıda bahsi geçen onlarca konu, kamuya düşen o kadar sorumluluk varken, yabancı iş gücünün ekonominin gelişmesinin önündeki engel olarak ön plana çıkarılması sadece ekonomik değil aynı zamanda siyasi de bazı sorunlar yaratır. Özellikle artan yabancı düşmanlığı, ırkçılık gibi meselelere sebep olması muhtemel bir meselenin özellikle CTP tarafından ifade edilmesi kaygı yaratmaktadır.
Bu ifadeyi ortaya koyarken, CTP genel başkanını yada CTP’yi suçlamadığımı ancak ifadelerde hassasiyetlere dikkat edilmesi gerektiğini hatırlatmak için yazdığımı belirtmeliyim. Çünkü, geçtiğimiz günlerde bir başka CTP milletvekili mecliste konuşurken gündeme taşınmayan ancak gerçekliği konusunda tartışmalı bir ifade de bulunmuştur.
Fikri Toros, 28 Kasım tarihli “Komitede 10 günlük bütçe maratonu tamamlandı” başlıklı haberde şu ifadeleri kullanmıştır:
“KKTC’nin resmi nüfusunun 377 bin olarak açıklandığını dile getiren Toros, bütçe rakamlarının resmi nüfusa bölündüğünde kişi başına düşen rakamın 24 olduğunu ancak ülkede bunun iki üç katı de facto nüfus bulunduğunu ve bu insanlara bedava devlet hizmeti verildiğini kaydetti. Toros, başta eğitim ve sağlık hizmetleri olmak üzere vatandaş olmayan kullanıcının aldığı hizmetler için ücret ödemesinin şart olduğunu söyledi.Kaynak: Komitedeki 10 günlük bütçe maratonu tamamlandı”
Nüfus konusunun tartışmalı bir mevzu olduğu açıktır. Ancak, mevcut nüfustan 3 katı de facto nüfus bulunduğu iddiası, 1 milyon 131 bin kişiye denk gelmektedir. Bununla beraber bu insanların “bedava devlet hizmeti” aldığını söylemesi de ciddi bir iddiadır. Ancak kanıtlanabilir bir iddia değildir.
Mevcut yasalara göre ülkede turist olarak bulunan kişiler dışında yaşayanların sosyal sigorta dairesine kayıtlı olmaları ve sosyal sigorta yatırımlarının “işverenleri” tarafından yapılması gerekir. Bununla birlikte, sosyal sigorta kesintisinden zaten sağlık gibi masrafların ödenmektedir.
Ülkede, birçok sektörde emek veren kişilerin, beleş yiyici olarak lanse edilmesi, bir şekilde buradaki insanların elindekileri çalanlar olarak gösterilmesi ciddi bir sorundur. Aynı zamanda emek ve üretim ilişkileri içerisinde, ciddi bir çatlak yaratacak niteliktedir.
Herhangi bir iddia ortaya koymadan, kamu büyümeye hiçbir katkı sağlayamazken, büyümeyi alın terleri ile yaratan insanların kökeninden ötürü onların geleceklerini kurmak için aldıkları kararları ya da var olabilmek için yatırım yaparak ödedikleri hizmetlerin spekülatif bir biçimde sunulmasının kabul edilebilir olmadığını söylemek gerekmektedir.
Bu açıdan özellikle CTP yönetimindekilerin emek piyasası konusunda özellikle çok daha dikkatli ifadelerin kullanılmasının gerekli olduğuna inanmaktayım.
Daha söylenebilecek birçok şey olmasına rağmen, yazının okuyucular için katlanılabilir olması adına son olarak sol partilerin hiçbirinin yoksullukla mücadele konusunda bir programları olmadığını vurgulamak önemlidir. Mevcut ekonomik modelimizin, yoksulluğu görmezden gelir. Sol-muhalefetin bunun üzerine hiçbir şey söylemeden emek ve insandan yana bir ekonomik model yaratabilmesi mümkün değildir.
Durum budur.
Okuyup da üzerine alacak biri olacağına dair bir umudum olmasa da, söylenmemiş olmasın…