Kıbrıs adasındaki ana akım politika ağırlıkla Kıbrıs sorunu konusunu Türk veya Helen tarihinin bir uzantısı olarak algılar. Meseleyi Helen veya Türk yurduyla olan ilişki üzerinden anlayan taraflar, bunu yaparken, diğer toplumun tarihini sessizleştirmekten rahatsız olmaz.
Türk ve Helen milliyetçi akıl belleğinde son derece seçicidir. Konu iki farklı mağduriyet öyküsü üzerine kurulmuştur. Her bir taraf, kendi mağduriyete odaklanır ve mağduriyeti cemaat merkezli bir bakış açısı ile ele alır.
Ülkedeki mağduriyetleri genele yaymaz ve bunun evrenselleştirilmesinden kaçınır. Mağduriyet evrenselleştikçe, istisna hali yaratacak sebepler ortaya sürmek mümkün olmaz. Bu yüzden de mağduriyetin sadece “kendine özgü” olduğu sürekli tekrarlanır. Buna dayanarak, taraflar, ayrıcalıklı hakları talep etmekte kendilerini özgür hissederler.
Milliyetçiler, mağduriyet evrenselleştirilirse ötekinin mağduriyetini de içselleştirmek gerekeceği iyi bilir. Oysa mağduriyetlerin karşılıklılığı milliyetçi aklın meşruluğunu derinden yaralar. Bu yüzden fanatik siyasi figürler, sapkın bir ideoloji üzerinden kendini var etmek durumunda kalır. Pozisyonlarını oluşturdukları fanatik ideolojinin normalleştirilmesi için ise, ideolojik söylemlerinin maskesini düşürecek evrensel değerler değersizleştirilir.
Vicdani red, askersizleştirme, azınlık hakları, mülteci hakları, kadın hakları, lgbt hakları, iklim krizi ve dahası… Aşkın değerlere muhafazakar bir tutum, meşruluk için gereklidir. Aksi halde, ulusun çizgisini çekmek mümkün değildir.
Kıbrıstaki milliyetçi akıl modern zamanlarda İngiliz kolonyal yönetiminin yönetsel anlayışının etrafında genel bir mağduriyet yaşandığını inkar eder. İnkar, öncelikle insanı insan yapan en temel özellik olan empati becerisini reddeder. Oysa ki empati becerisini yok sayarak toplumsallaşabilmek mümkün değildir. Empatiye sınırlar çekmek; dine, dile, ırka veya belli bir grup ile ilişkilendirmek, bir arada yaşama becerisini derinden etkiler.
Empati yoksunluğu ağırlıkla seri katiller gibi ağır suçlar işleyen kişilerde görülürken, bir toplumun empati yeteneğinin ideolojik araçlarla bastırılması, kim olduğu farketmeksizin sistematik olarak işlenen bir suç olarak anlarım. Kurucu ideolojik yaklaşımın sistematik olarak empati duygusunu bastırıyor olması sorgulanması gereken bir durumdur.
Sorunun nefret, şiddet hikayeleri ve düşmanlıkla sömürülürken bireyler empati yoksunu bir anlayışla yetiştirilir. Milli eğitimin hedefi, yaşama becerileri gelişmiş bireylerden öte, ötekine karşı nefret beslemeye hazır bireyler yetiştirmekle sınırlanır.
Belki de bu yüzden Kıbrıslı Rumların Türklere yönelik uyguladığı sistematik saldırıları bilen ancak analitik düşünce yada eleştirel yaklaşım becerileri az gelişmiş kitlelerle bir arada yaşarken, karşımızdakileri anlamakta ve kendimizi anlatmakta zorlanıyoruz.
Korkuları on yıllardır manipüle edilen Kıbrıslı toplumların gerçeklikleri içerisinde çatışma piskozu yaşarlar. Yaşanan, travmaya çareler tartışmak yerine bunu pekiştirmeyi seçen Kıbrıslılar, çözüm çabalarında ise kendilerini hukuki araçların mühendisliğinde bulurlar.
Genel olan mağduriyetlerinin kendilerinden başka kimsede olmayan özellikleri olduğuna kavramaya koşullanmış bir kitle, evrensel hak ve hukuk ilkelerine uyumlu bir çözüm aradığı iddia eden siyasi elit ile arasında bir mesafeye sahip olması doğal bir sonuçtur.
Başka bir deyişle, Kıbrıs sorunu tartışmaları etrafında uluslararası hukuka uyumlu yeni bir yapı inşaa etmeye çalışılır ancak toplum ile hukuk arasındaki mesafede kaygan bir zemin yaratır.
Bu ‘kaygan zemin’ siyasi aktörlerin irade göstermekten kaçınan tavırları nedeniyle, genel bir akıl karışıklığına neden olur.
Kıbrıs müzakerelerindeki başarısızlık, zor konular olarak adlandırılan kaygan zeminlerle ilgilidir. Toprak düzenlemesi veya mülkiyet gibi konularda genel bir anlayış oluştuysa, bunun nedeni konunun kamuoyunda farklı biçimlerle tartışılması, Taşınmaz Mal Komisyonu gibi yapıların kurularak mağduriyetlere çözümler önerebilmiş olması ile ilgilidir.
Ancak geçmişin travmalarından korkan ve “güvenlik ihtiyaçları” olduğu söyleyen bireylerin kaygıları ile ilgili etraflı tartışmaların yada yenilikçi mekanizmaların kurulduğunu söyleyemeyiz.
Başka bir deyişle garantiler konusunda zemin çok daha kaygandır. Bu yüzden de konu ile ilgili ilerleme kaydedilmesinin sebeplerinden biri de; konunun derinlemesine konuşul(a)mayan bir mesele olduğuna dair genel tutum ve geniş kitlelere açılan diyalog eksikliği ile ilgilidir.
Kıbrıslı Türk toplumu için garantiler, insanların olası güvenlik tehditlerinden korunmasına olanak sağlayacak bir araç olarak anlaşılmaktadır. Kıbrıslı Rum toplumunda ise garantiler Türkiyeye genişleyici hayallerini uygulayacağı ve gerektiğinde kan dökme hakkını verecek bir tehdit olarak görülür.
Genel itibari ile bu tutumların cemaat çizgileri ile bölündüğü farz edilmesine rağmen, Kıbrıslı Türklerin güvenlik kaygılarını anlayan ve buna yönelik başka araçlar sunan Kıbrıslı Rumlar olduğu gibi, Kıbrıslı Rumların tehdit algısını paylaşan Kıbrıslı Türkler de vardır. Bu açıdan hakim görüş, geriye kalan düşünceleri meşru kılmamak için agresif bir tutum sergilemektedir. Yeri geldiğinde TC Dışişleri Çavuşoğlu gibi “hain” vurgulu aşağılayıcı ifadeler kullanılmaktadır.
Bu noktada aslında siyah ve beyaz gibi bölündüğü inanılan Kıbrıslıların, bu anlamda ikiden çok daha fazla görüşe sahip olduğu görülmektedir.
Her ne kadar da ‘kaygan zemin’ irade göstermeye olanak sağlamıyor gibi görünse de, siyah ve beyaz öyküsü dışındaki renklerin olduğu artık açıktır. Daha da enterasan olan, siyah ve beyaza odaklanırken arada olan farklı renkler sessizleştirilmeye devam edilmektedir. Mesele iki uzlaşmaz kutbun uzlaştırılması üzerine kurulan bir hikayeye dönüştürülmektedir.
Bu durumda Kıbrıslı Türk veya Kıbrıslı Rum resmi anlatısı dışında kalan insanların ülkenin geleceği ile ilgili iradelerinin yok sayılması ağır bir demokratik açığı temsil etmektedir.
Demokratik olarak seçilen ve Kıbrıs konusu hakkında karar vermesi gereken liderler ise bu demokratik açığa karşı bir tavır geliştirmekte çekingen davranmaktadır. Kıbrıslı Türk liderliğine baktığımızda, garantiler konusunun aslında bireysel güvenlik konusu olmadığı bile açıkça ifade edilmemiştir.
Hazır seçim süreci yaklaşırken, Mustafa Akıncı yada federal çözümü savunduğunu iddia edecek diğer adaylar garantilere dair gerçekler üzerinden konuşarak algının gelişmesine yardımcı olacak mı ?
En azından oylarını talep ettikleri kitlelere kurgulanmış bir doğruyu değil, garantiler ile ilgili doğruları ortaya koymakla yükümlüdürler.
Bu doğrular arasında garanti sisteminin kolonyal miras olduğu gerçeği, bağımsızlık ve egemenlik üzerindeki etkileri ve son kertede başka bir devletin vasiliği altında bağımsızlığın ne kadar icra edilebileceği konuşulmalıdır.
Ülkedeki mevcut sürer durumun değişmesine yönelik tavır takındığını iddia edenler, garantilerin ne demek olduğu konusunda ve çözüm ile birlikte garantilerle ilgili nasıl bir fikre sahip olduğunu açıkça dile getirmesi gerekmektedir. Bunu yaparken görüşlerinin Kıbrıslı Rumlar tarafından da nasıl kabul edilebilir olacağı da anlatılmalıdır.
Hatırlamakta yarar var, kimse garantilerle ilgili soru sormadığı sürece adaylar da bu konuda konuşmaktan kaçınacaktır.
Bu açıdan yakın gelecekte tarafsız medyanın görevi de ortaya çıkıyor.
Bir adayın arkasında, alkış mı tutulacak yoksa zor sorular mı sorulacak?