Dün gece itibari ile Suriye’deki akaryakıtın Kıbrıs’ın sahillerine ulaşmak üzere olduğu bilgisi ile sarsıldık…
Suriye’de 10 yıldır bitmeyen savaş hep uzağımızdaydı. Mağusa’dan bakınca Lazkiye Baftan daha yakın. Araya denizin girmesi bizleri bombalardan ve bütün insanlık dramından uzak tutuyor. Adaya gelen mültecilere dair birkaç haber dışında, Suriye’deki askeri harekatların bize bir zararı olmadığı kanısına sahibiz. Ancak, savaşın yıktığı kentlerde kötüleşen koşullar sadece patlayan bombalardan ve silahlardan ibaret değil. 10 yılın yıkımı Suriye’yi yok ederken, uğruna kan dökülmesi uygun görünen enerji kaynakları ve onları kontrol etme arzusuna yenilen insan akdenizdeki önemli ekolojik felaketlerden birini daha yarattı. İnsan eliyle ortaya çıkan bu felaketi Suriye’nin önleme gücü olmadı.
Savaşın kırılganlığını artırdığı bölgede, askeri harcamalara dönük tercihler, ülkelerin direngenliği konusunda anlamlı planlar yapılmasını engelledi. Bugün ise gerçekleşmesi mümkün bir felaketle karşı karşıyayız.
Son haberler, sızıntının Kıbrıs’ı teğet geçip İskenderun’a gideceğine dair bilgiler veriyor olsa da, Akdeniz’deki canlı yaşamına yönelik yıkım devam ediyor. Büyük bir felaketin bizim yanı başımızdan geçeceği ihtimalinde bile, sosyal ve ekonomik düzeninin turizm faaliyetlerine dayalı olan; Covid19 krizi öncesi ekonominin öncü sektörlerinin yaptığı kazanca rağmen, herhangi bir önleyici güce sahip olmaması, olası tehlikelere karşı ne kadar kırılgan bir durumda olduğumuzu gözler önüne serdi.
Kıbrıs’ın kuzeyindeki otoriteler veya yerli halk için yaklaşan kriz sadece Karpaz, İskele ve Mağusa sahillerinin ekolojik tahribatı ile sonuçlanmayabilir. Son yıllarda bölgenin yap – sat piyasasının olağanüstü yatırımlar yaparak, kazancına kazanç kattığı; yap – satçı inşaat sektörünü, beş yıldızlı hotel ve casinoların kapattığı sahil bölgelerindeki ekonomik faaliyetleri de derinden etkileyecek. Mega projelerle bölgenin dokusunu ada olmaktan çıkarıp “Miami” yapma hedefinde olanlar için doğanın bir hediyesi olan denizlerdeki yaşamın yok olma ihtimali, pazarlama dehalarının cicili bicili planlarına da büyük darbe vurma potansiyeli ise tartışmasız bir gerçek.
Ancak dün kaygı ile Karpaz’ın bir gecede elimizden kayıp gitme ihtimalinin, İskele sahillerinin bir anda karanlığa gömüleceğinin, Mağusa’nın sırtını hali hazırda döndüğü denizlere, uzun bir süre daha dönemeyecek olmayacağının faturasını sadece Suriye’deki sızıntıya keserek kurtulabilir miyiz sorusu kafamı kurcalıyor.
Geçen hafta, Karpaz’daki bir işletmede konaklamaya giderken, aklımda muhtemelen bildiğimiz Karpaz’ı son görüşümüz diye yola çıkmıştım.
Yakıt sızıntısından haberim yoktu ama bölgedeki turistik tesislerin bir kısmının el değiştirdiğinin, inşaat şirketlerinin allı-pullu projelerle bölgede kalıcı değişiklikler yapmak için doluştuğunun bilincindeydim. Bunlar zaten eski Karpaz’ın sonunun ilanı değil miydi?
Üstelik bu sona yolculuk dün de başlamadı. Zafer burnuna kadar elektrik hattı çekildiği günlerde, bu kaygıyı paylaşmış sokaklarda “Elektrik değil eşek tepsin” diyerek eylem yapanlardan biri olarak, uzun dönemli tahribatların, anlık olaylardan çok daha ciddi olduğuna inanıyorum. Elektrik konusu uzun süre gündemi işgal etmişti ama nihayetinde zafer burnuna kadar elektrik gitmiş, Manastır’ın olduğu bölgeye kadar yollar yapılmış, Bulvar’a Necmeddin Erbakan, meydana Bülent Ecevit adı verilerek sadece ekolojiye dönük kaygılarımızı görmezden gelmemişler, üstüne “yerli ve milli” şuura sahip olmayanlara bir güzel ayar çekmişlerdi. Karpaz’da yapılan bir başka eylemde, camilerden anons yapıldığı söylenmiş, bir kısım eylemci de sokak ortasında şiddete maruz kalmıştı.
Nihayetinde, yakıt sızıntısı, adanın en önemli doğal bölgelerinden biri olan Karpaz bölgesini ve ona doğru uzanan İskele ve Mağusa’da yaşanan sözüm ona “kalkınmanın” yarattığı çevresel etkiyi tek başına gizleyemeyecek. Bölgede aşamalı olarak yaşanan gelişmeler, yakıt felaketinden bağımsız olarak bölgenin ekolojik koşulları aşınmaktadır.
Geçtiğimiz günlerde Karpaz’da yaşayan ve bölgeyi bilen tanıdıklarımın, bölgedeki mevsimsel nüfus artışından dolayı su kaynaklarının yetersiz olduğunu, altyapı yatırımları gerçekleşmediği için borulardan gelen su kayıp oranının yüksek olduğu ve bunun yerel yönetime aşırı maliyet yüklediğini öğrendim. Dahası çöp ve atık yönetimi konusunda zaafiyetlerin yaşandığını ve yeni yatırımların, Karpaz sakinlerinin bazısının yaşam alanlarını tehdit etme ihtimali de var.
Kendi deneyimlerim de özellikle Karpaz’daki ekolojik kırılganlığı doğruluyor. Geçen hafta Ayfilon sahiline, muhtemelen başka bir yerlerden denize dökülen plastik ve benzeri maddelerin, yoğunluğu ile karşılaştım. Bu kadar değer verdiğimiz ve sermayenin bu sahillerin üzerinden yatırım yaptığı koşullarda dahi denizin plastik kalıntıları ile dolu olmasına kayıtsız kalmasının sorumluluğunu da Kıbrıs Sorununa mı bağlamamız gerekiyor?
Benzeri sorunları sadece Karpaz bölgesi ile sınırlı değil. İskele – Yeniboğaziçi – Mağusa imar planı tartışmalarında yer alan bir yurttaş olarak, yap sat ve turizm sermayesinin ahlaki pusulasını kaybederek, aç gözlülüğün çığırtkanlığıyla nasıl hasır edildiğine herkes tanık oldu. O gün imar planı üzerinde düzeltmeler yapan UBP Genel Sekreteri’nin bugün Başbakan olduğunu da hatırlatmakta yarar var.
Bugün plansızca yapılaşma faaliyetleri sürerken, yapılan her mega projenin kanalizasyon, elektrik, su gibi temel altyapı problemleri çözülmemiştir. Yaratılan yeni yaşam alanlarının, ekolojik maliyetleri göz ardı edilmiştir.
Mağusa’dan – Zafer burnuna kadar olan bölgede sürdürebilir bir ekonomi, planlı bir kalkınma ile ekolojik denge arasındaki uyumsuzluk derinleşirken, yaratılan anormal durumun dahi kendi kendini korumasına yönelik bir planlamanın yapılmadığı aşikardır. Yabancılara görece ucuza mülk sunan inşaat sermayesinin cömertliğinin kaynağı olan fiyat avantajının tüm bölgenin ekolojik varlığından çalındığını bilse, en ufak bir ekolojik felaket ile deniz kenarı mülklerinin değerinin sıfırlanacağını bilenler acaba bu projelerden mülk alarak yaratılan tahribata ortak olurlar mıydı bilemeyiz. Ancak, bir kez daha gördük ki, insanlığın buhar makinesinin icadından beri sürdürdüğü doğaya egemen olma çabasında küçük kazanımlarımıza karşı, üzerinde yaşadığımız gezegeni kaybetmek üzereyiz.
Bugün Kıbrıs’a vurup vurmayacağını bilmediğimiz bir sızıntının varlığı dahi ne kadar kırılgan bir durumda olduğumuzu gösteriyor.
Bunun farkında olup, konuyu sadece sızıntı sorunu değil, doğa ile uyumsuz ekonomik faaliyetlerin yarattığı durum olarak görmeyen, duymayan, konuşmayanlar, ekolojik tahribata yönelik kaygılarını dile getirdiklerinde samimi mi olurlar?..