Türk sinemasında tekrar tekrar izlediğim filmlerden biri Hababam Sınıfı’dır. Bu filmlerdeki klasik sahnelerden biri, demir kapılarla okul içine kapatılmış öğrenciler Fenerbahçe maçı izlemek veya buna benzer bir sebep için çeşitli ayak oyunlarıyla, okulun kapıcısı Veysel’e “Aç Kapıyı Veysel Efendi” deyip okuldan kaçmayı denerler.
Bu sahnenin ardından, geri dönüş sahnesinin merkezindeki kişi Münir Özkul olur. Müdür muavini tiplemesinin cuk diye oturduğu Mahmut hoca, okuldan kaçanları merdivenlerin en üst katından karşılar. Mahmut hocanın bakışları öğrenciler için korkutucudur. Okuldan kaçmak cezalandırılır ancak bu ceza acı verici değil, utanç verici olarak düşünülen tek ayak cezasıdır. “Koskoca Hababam’ın” çocuk gibi cezalandırılmaları, oluşturulan “delikanlı” kimliğini yerle bir etmektedir. Bu bağlamda, Mahmut hoca iktidardır ve bir yönetim şeklini yansıtır. En önemli özelliği ise, iktidarını bir şiddet öğesi olarak kullanmaz. Sosyal ilişkiler ağı içinde kendine biçtiği konumuyla gösterir.
Rıfat Ilgaz’ın 1950’li yıllarda kaleme aldığı Hababam Sınıfı’ndaki Mahmut hoca figürü, bugün baktığımızda 1970’li yıllarda Michel Foucault’nun yaptığı iktidar analizine uyumludur. Foucault, iktidar ve biyopolitika üzerine yaptığı tartışmalarda mikro alanlar içindeki iktidarın evrimini anlatır.
Özetle Foucault, iktidarın normatif kurallara dayalı disiplin anlayışı ile oluşturulduğunu anlatır. Suç, ceza ve hapishaneler eserinde panoptikon vurgusu, hücrelerin tümünün gardiyanın odasına bakacak biçimde tasarlanmış olduğunu söyler ve iktidarın her yerde olabilecek şekilde kurgulandığı ifade edilir. Suçlular onları gözetleyen gardiyanı göremez ama sizi her zaman görebileceği ihtimali sizi disiplinli davranmaya ikna eder. Mahmut hocanın, merdivenlerin üstünden okuldan kaçanları takip etmesi ve her şeyi bilmesi bu anlayış ile uyumludur.
Panoptikonun günümüze evrilmiş versiyonu ise kapalı devre kamera sistemleri ya da geçtiğimiz günlerde gündeme gelen ismiyle MOBESE kameralarıdır. Temel olarak MOBESE kameraları ile de biri bizi gözetlerken; gözetleyeni ve ne zaman gözetlendiğimizi bilemeyiz. Bu yüzden de MOBESE kameraları suçla mücadeleye dair bir önlem değil, iktidar yaratma biçimi, iktidarı yayma biçimi olarak görülmelidir. Kamuoyundaki tartışmalarda, tahakküm biçimlerine karşı olduğunu iddia edenler, MOBESE’nin bir güvenlik sistemi değil bir yönetim biçimi olduğunu anlaması ve ona göre tepki vermesi özlenir.
Metodolojik olarak, MOBESE kamerası sayesinde iktidar artık tahakkümünü olaylar zincirinin içindeki düzenleyici rolü yerine her ana yayılan bir şekle büründürür. Bu bağlamda kameraların estetik düzeyi üzerinden yapılan tartışmalar siyasi değildir. Konunun kökeni yerine makyajı ile ilgilidir.
Kapalı devre kamera sisteminin suçu önleme özelliği temel olarak yoktur ancak varlıklarının caydırıcılık yaratacağı anlamına gelir. Caydırıcılık ilkesi aslında güvenlikçi anlayışın temelidir. “Askere neden gideriz?” diye bir komutana soracak olsanız, size vereceği cevap “caydırıcılık” olur. Çünkü askeri düzene erken zamanda ayak uydurarak, temel bilgilere sahip olmak aslında ülkedeki “erkek nüfusu” kadar savaşçıya sahip olmak yorumlanabilir. Askeri anlamda basit eğitime sahip olan bir kolektifin, “caydırıcı” güce sahip olduğu kabul edilir.
Benzeri, müzakereler sürecinde garantilere yönelik tartışmalarda da duyduk. Garantilerin olmazsa olmaz olma sebebi, jeopolitik değil “caydırıcı” olması ile ilgili olduğu söylenir. Türk askerinin varlığı, Kıbrıslırumların tek yanlı hareket ederek olası bir çözümü dinamitlemesinin “caydırıcı” nedeni olarak anlatılır.
“Caydırıcılık” iktidarın tahakküm kurma becerisidir aslında. Bu açıdan bakınca, MOBESE konusuna salt düzenleme bağlamında yaklaşmanın kökenini yeniden düşünmek önemlidir. Bir taraftan erkeğin kadının üstündeki, zenginin fakirin üstündeki tahakküme karşı olurken, aynı zamanda yaşamsal alanları kapsayan bir tahakküme olur vermenin; en azından derin bir çelişki olarak kabul edilmesi kaçınılmazdır.
Hababam sınıfına dönersek, merdivenlerin üstünden öğrencileri suç üstü takip eden Mahmut hocanın konumu siz onu görmeden onun sizi gördüğü algısını güçlendirir. Aynı zamanda, yaramaz çocukların korkulu rüyası dayakçı hoca imajının kurgu biçimi şiddet üzerinden değildir. Gücü, şiddet uygulama hakkını kullanması ile meşrulaşmaz. Onun yerine deneyimlediği olayların normatif sonuçlarına dair tek başına ama başkaları adına karar verebilme kabiliyeti vardır. Normatif değerler konusunda karar verici olması, iktidarın “olağanüstü hal” durumunda karar verici olan olduğunu hatırlatır.
Günün sonunda, film boyunca “haylaz çocuklar” iki saatlik özgürlüğün tadını çıkarmak için irade gösterirler. Ancak, irade beyanı iktidarın tercihlerine uyumlu değilse bunun sonuçları da olur. Talep ettikleri küçük özgürlük alanıyken, okul yönetiminin “okuldan kaçıyormuşsunuz kaçırtmam” iddiasındaki “güvenlik kaygıları” sadece bir komedi filmi ile sınırlı değildir.
Esasta, anlatılan senin hikayen, benim hikayemdir. İşte bu anlamda yazının ikinci bölümü “güvenlik” üzerine kurulan yaklaşımların milliyetçi bakış açısıyla kurulmasının sonuçlarına odaklanmaktadır.
“Aç kapıyı Veysel Efendi” ile “Açın geçiş kapılarını” birbirine benzer irade beyanlarıdır.
Biz bu adanın tümünde yaşamı deneyimlemek istiyoruz derken, iktidardan birileri çıkıp “hastalık yayacaksınız” diye bizleri tehdit ediyor. İrade beyanını “suç” olarak sunuyor.
Özgürce seyahat edebilme hakkının “bir çuval inciri berbat edeceği” korkusu veriliyor.
Risk olmadığı halde, risk var denilerek, olasılığı kesin kabul edip “milliyetçi” bir noktada meseleleri anlamamız dayatılıyor.
İktidarın aklı ötekileştirmeye o kadar yayılmış durumdadır ki, hastalığın yayılma katsayısının aslında salgın yaratamayacağı durumunu bile görmezden gelmektedir.
Güvenlik kaygıları üzerinden, ortaya atılan kısıtlayıcı tedbirler, özgürlüğün kontrol altına alınması demektir.
Hırsızlığı önlemek adına MOBESE kameraları ile bir biçimde ihlal edilmesi, gelecekte kurulacak olan barışın, savaşa dönüşme tehlikesine karşı egemenlik hakkının görmezden gelinmesi, kamu sağlığı nedeniyle geçiş kapılarının kapalı tutulmasından ötürü serbest dolaşım hakkının ihlal edilmesi farklı biçimlerde temel hak ve özgürlüklerin ihlalidir.
Daha fazla güvenlik mi vereceksiniz ?
Bizleri eve kapatmayın, sağlık bakanlığı bütçesini arttırın daha fazla hastaya daha iyi koşullar sağlayacak koşulları sağlayın!
Salgını mı önleyeceksiniz ?
Milliyetçi saplantılarınızı bir kenara bırakın, ada geneli pandemi kontrolünü ortaklaşa yapmayı başarın. Bizleri etnik gettolara yığarak sorumluluğu bize yıkmayın, işbirliği ile sorumluluk almaya çalışın!
Evet, pandemiye hazırlıklı değildik. Konu ne bilmiyorduk. Ancak geçen zaman içerisinde kamuoyu salgın hastalıklara yönelik bilinçlendi. Neredeyse tüm dünya Aralık 2019’un son günlerinden Mayıs ayına kadar geçen 5 ayda sadece bu konuya odaklandı.
Evrensel bir kaygıyı, her bir insan hissetti. Hep birlikte süreçlere destek olmaya çalıştı. Balkona çıkıp alkış da tuttu, maske de taktı.
Öyle ki, konuştuğum bazı doktorlar hastanelere hasta gelmediğini söylüyor. Çünkü sadece COVID19 değil diğer hastalıkların yayılması da azaldı.
Olası tehlike ve risklere karşı alınan önlemler, sıradan insanların temel hal ve özgürlüklerinin kısıtlanması ile sonuçlanmaktadır.
İktidar, bir insanın en temel ihtiyacına, özgürlüğüne gözünü dikmiştir.
Sahi, eğer durum böyleyse bunca kısıtlama ve güvenlik önlemi kimin güvenliği için alınıyor.
Olası risklerden korunan pozisyonda mıyız yoksa özgürlük arzumuzun adına mı “güvenlik tehdidi” adını verdiler?
Gözlerinizi açın ve bir daha dünyaya bakın.
Kıbrıs adasında sürer durum sarsılıyorken, önerilen çözüm yaklaşımı değil statükonun korunma içgüdüsüdür.
Bu yüzden statükoyu bozma olasılığı olan her türlü davranış yasaklanmaktadır…
Biz pandemiden önceki hayatımızdan memnun muyduk?
Gerçekten memnun olmadığımız halde yaşamayı mı korumak istiyoruz? Eğer değişmesini istiyorsak, statükoyu koruma zorunluluğu nereden çıktı?
Bu açıdan bakında herhangi bir iktidar, iktidar yapan özgürlüklerinizi kısıtlama becerisiyse eğer; verili koşullarda özgürlüğün kısıtlanmasına gerçekten rızamız var mı? sorusu akla geliyor.
Verili koşullarda “olağanüstü koşullar”” iktidar tarafından araçsallaştırılan bir propagandaya dönüştüğü ihtimalini dışlamadan hareket etmek gerekir.
İşte bu noktada şunu sormak gerekiyor.
Bizler, yöneticilere biat eden bir kalabalıktan mı ibaretiz yoksa aklını kullanabilen insanların sorgulama kapasitesi görmezden mi geliniyor?
Muhalif kesimler, Kıbrıs’ta kapalı olan ve sadece özel izinli bir kesime açılması muhtemelen olan geçiş kapılarına da bu çerçeveden içinde bakması gerekiyor.
Adanın güneyindeki iktidarın, kuzeyindeki iktidarı tanımama hezeyanı, COVID19 sürecinde adanın iki tarafın rızasıyla ayrı ayrı yönetilmesinin meşru olarak kabulünü temsil etmektedir.
Politika her yerdedir.
Pandemi de politiktir.
Pandemi koşullarında aldığınız kararlar milliyetçi bakış açınızın çerçevesinde alınmışsa, sonuçları da bu çerçevede düşünülmelidir. Güney, Mart ayında salgına müdahalede kendi tarafına odaklanmayı tercih etmesi, kuzeyde hakim anlayışın meşru bir zemine sahip olduğu iddiasını ortaya koymak için bulunmaz bir fırsat yaratmıştır.
Güneyin tek taraflı müdahale tercihindeki, milliyetçi anlayış yerel otoritelerden uluslararası kurumlara kadar yerleşik olduğundan, mesela Birleşmiş Milletler “durun, misyonumuz bu adanın birleşmesidir” diyememiştir.
BM için meşru devlet olan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin ayrılıkçı zemini körüklüyor olmasına sessiz kalmıştır.
Ancak kuzeyde yaşayan her insan ne kuzeyin hakim anlayışına, ne de güneyin tercihlerini sorgusuz sualsiz kabul etmek gibi bir zorunluluk içindedir.
Özgür bireyler, Kıbrıs adasının siyasi özneleri olan insanlar olarak, milliyetçi çerçevenin ötesinde, adalı gibi düşünebilir, buna uygun talepler ortaya koyabiliriz.
Bugüne kadar yaşananlar, insanlık için ortak bir sorun olan sağlık krizini, etnik unsurlar olarak ayrı ayrı çözme yönelimi, başka bir deyişle olağanüstü halin kalıcılaştırılma eğilimi, güvenlik tehditlerinin ortak çözülemeyeceğine dair anlamsız bir algının pekişmesine neden oldu.
Ancak, olağanüstü hal koşullarında bizlere dayatılanlara biat etmek bir zorunluluk değildir.
Hal böyleyken, federalist kesimlerin temel hareket noktası bu algıya karşı çıkmaktan geçtiğini anlaması ve anlatması bir artık bir zorunluluktur.
Bu bağlamda, Kıbrıs adasının kalıcı bölünmesine karşı olmak demek sadece Annan Planı ile ölçülecek bir tercih değildir.
Bugün kapıların açılması talebini yükseltmek bir zorunluluktur.
Bunun yanında insani güvenlik tedbirlerinin etnik unsurlara göre değil, ada sakinleri arasında ayrım yapılmaksızın bir bütün olarak ele alınmasına yönelik iradeyi ön plana almak geleceğe dair hareket noktası olmalıdır.