Geçtiğimiz günlerde Avrupa Parlementosu üyesi Niyazi Kızılyürek, Türkçe’nin Avrupa Birliği dilleri arasında yer almasına yönelik parlementoda bir hamle yaptı. Bu hamleye olumlu ve olumsuz olmak üzere farklı tepkiler geldi.
Bu tepkilere gelmeden önce bu hamlenin geçmişini hatırlatmakta yarar var, “Avrupa’daki Sesiniz” slogan ile kampanya yürüten Kızılyürek, Kıbrıslı Türk ve Kıbrıslı Rum oyları ile seçildi. Seçim süreci boyunca, Kızılyürek, Türkçe dilinin Avrupa Birliği dilleri arasında yer alması gerektiği vurgusunu yaptı. Bu açıdan aslında Kızılyürek’in seçim vaadi olarak sunduğu bir açılımın peşinden gitmesi, sözünün sadece bir seçim vaadi olarak kalmadığını göstermektedir.
Bunu hatırlayan seçmenlerin ve sempatizanların olumlu tepkisi doğal olarak iradenin şahsi bir mesele değil, kitlesel olarak ayakları yere basan demokratik bir açılım olduğu anlayışını desteklemektedir. Bu bakış açısıyla, Kızılyürek, seçmenlerinden aldığı iradeyi, Avrupa Parlementosu’na yansıtmaktadır. Bunun yanında Kıbrıslı Rum ve Kıbrıslı Türk toplumlarının siyasi iradelerinin birleştiği çok önemli bir örnek yaratmaktadır.
Niyazi Kızılyürek’in Kıbrıs açılımını destekleyen Kıbrıslı Rumların olması aslında birarada bir adada yaşamın mümkün olduğuna yönelik cesur bir grubu temsil etmektedir.
İkinci tepki ise bu açılımı “Kıbrıslı Rumlara yamanma” olarak tabir edebileceğimiz akıldışı bir şekilde yorumlayanlardan gelmektedir. Ağırlıklı olarak milliyetçi tabanın verdiği bu tepki, Kızılyürek’in Kıbrıs Cumhuriyetindeki haklara odaklandığından ötürü eleştirmektedir. Bununla beraber “Türk fırsatçılığı” olarak nitelendiren Kıbrıslı Rum milliyetçiler de Kıbrıslı Türk milliyetçilerle benzer bir reddedici yaklaşımda buluşmakta; aslında ortak bir irade ile adadaki bir arada yaşama karşı gelmektedirler. Bu açıdan ayrılıkçı anlayışa sahip Kıbrıslı Türkler, kendilerine buldukları en güçlü müttefik Kıbrıslı Rum milliyetçiler olmaktadır.
Bu kişiler, Türkçe’nin Kıbrıs Cumhuriyeti anayasasında yer alan anadillerden biri olmasına rağmen, Avrupa dili olarak görülmemesine yönelik uyumsuzluğu, Kıbrıs Cumhuriyetine dönüş talebi olarak yorumlamaktadır. Kıbrıslı Rum milliyetçiler, iktidarı paylaşmamak için ayrılıkçılıkla güçlerini birleştirirken; Türk milliyetçiliğinin temel kaynağının Türkçe dili üzerinden gelişmesine rağmen, milliyetçilerin dil üzerinden redçi tutumu, kendi ideolojileri içinde dahi tutarsız bir durum yaratmaktadır. Bu duruşu koşulların değişmemesine yönelik şartlanma ve ideolojik bir saplantıdan ötede anlamak mümkün değildir.
Üçüncü tepki ise solun içinde bir grubu temsil ettiğini düşünen ancak temelde kendini Türk mililyetçiliğine karşı Kıbrıs-merkezli milliyetçi bir pozisyonda olankardan gelmektedir. Konuyu Kıbrıs lehine görmek yerine Türkçe vurgusunun Türkiye Cumhuriyetine iyi görünme açılımı olarak gören bu grup, yapılan girişimin Kıbrıslı Türkler’den çok Türkiye’ye yarayacağını ortaya koymaktadır. Bundan dolayı da Kızılyürek’i Türkiyenin çıkarlarını savunmakla yargılamaktadır. İşin ilginç tarafı, bu eleştiriyi yöneten grubun Kıbrıs Cumhuriyeti haklarını savunma talebini savunurken, Türkçe açılımını lanetlemesini siyasi bir sorundan çok, şahsi olarak Kızılyürek’e dönük bir tepkisellik olarak okumak gerekmektedir.
Bu tepkileri bir kenara koyup, Kızılyürek’in aday olması ile başlayan ve Türkçeyi kullanarak yaptığı açılımı sadece yakınlaşma çerçevesinde görmemek gerekir.
Bu yumuşak güç (soft power) üzerinden bir politik paradigma olarak yorumlamak gerekir. Kızılyürek, yılların birikimi, Kıbrıs konusunu kavrayışı ve pozisyonunun etkisiyle şu an yeni bir paradigma üzerinden yumuşak güç uygulayan bir politik alan yaratmaktadır.
Malesef, Kıbrıs sorunu kaynaklı körlüğümüz çoğu zaman adanın geleceğinin sadece müzakere masasında olduğu gibi bir yanılsamaya kapılmamıza neden olmaktadır.
Oysa ki, Kızılyürek’in pozisyonu ortak bir Kıbrıslı Türk Kıbrıslı Rum anlayışı üzerinden başka bir siyasi dil, alan ve paradigma yaratmaya uygundur. Üstelik bunu yapmak için kaba milliyetçi bir anlayışa yada militarist bir pozisyona gerek olmamaktadır.
Çok genel bir perspektifle konuya yumuşak güç ve bölgesel politika aracı olarak baktığımızda, aslında Kızılyürek’in bu hamlesinin temelde ikiliğe boğulmuş ve kutuplaşma üzerine kurulmuş anlayışımıza yeni bir boyut kazandırma çabası olarak anlamlandırmak mümkündür.
İkiliği kırarak çokluğa alan yaratmaktadır.
On yıllardan beri ayakları üstünde duracağını iddia eden Kıbrıslı Türk toplumunun kendine özgü bir bölgesel politikası yoktur. Kıbrıslı Rumların bölgesel politikası ise insan odaklı değildir. Reel politik, Kıbrıslı Rum dış politikasını Kıbrıslı Türkleri birçok alanda yok sayacak şekilde gelişmiştir.
Bu noktada, yeni paradigma yeni politikaları da yanında getirebilir.
Kıbrıslı Türkler açısından bölgesel politika ağırlıklı olarak Türkiye Cumhuriyetinin dış politikasıyla uyumlaşmıştır. Kıbrıslı Rumlar için ise çoklu işbirlikleri içinde kendi etki alanlarını arttırmaya odaklanışmış bir dış politika vardır. Ancak, iki tarafın birbirine sırtlarını dönerek kurguladıkları bölgesel adımların yarattığı devasa bir boşluk vardır.
İşte bu boşluk federalistler tarafından değerlendirilmelidir.
Türkçenin AB’nin resmi dili olması gibi talepler bu boşluktan oluşan ve federalist Kıbrıslı Türk ve Kıbrıslı Rumların uzlaşma alanı yaratabilecekleri ve bir adım önde olacakları açılımların sadece biridir.
Maraş’taki mülklerin yasal sahiplerine iadesinin gerçekleştirilmesi. Maraş’ın askeri bölge olmak yerine iki tarafın kabul edeceği bir idari formülle hayat bulmasına yönelik adımlar yine aynı anlayışın ürünüdür. Kaba milliyetçi anlatı ve Evkaf hikayelerine prim vermeden insan hakları odaklı bir anlayış, bir taraftan ilerici bir politik ajanda yaratmayı mümkün kılar, diğer taraftan meşruluğu olmayan gürültücülerin havasını indirir. Bir türlü gerçekleşmeyen Maronitlerin köylerine geri dönmesinin sağlanması, ada kültürünün avrupa ve orta doğu kültürel mirası içindeki yerini bulabilmesi için eski eserlerin ve kültürel varlıkların korunması, geliştirilmesi ve bunun üzerinden yeni ekonomik sinerjilerin yaratılması gibi yumuşak politik açılımlar esaslı bir alan olarak görülebilir, Avrupa Parlementosu üzerinden buna yönelik alan ve kaynak yaratılabilir.
Bu yeni paradigma ne sadece Kıbrıslı Türk ne de sadece Kıbrıslı Rum çıkarı olarak görülemez. Tam tersine milli anlatıların yarattığı boşluğu dolduran ve dayanışmacı bir kültürün yaratılmasına olanak sağlayan bir unsur haline gelebilir. Çokluk siyasetine ön ayak olur.
Sonuçta, geleneksel politikanın neye yaradığını hepimiz çok iyi biliyoruz.
Kıbrıslı Türkler kendi politik alanı içinde Kıbrıs sorunu üzerinden milli tezleri yeniden üreterek duvarlar örmektedir.
Kıbrıs Cumhuriyeti AB üyeliği, bölgesel ittifaklar kurarken; Kıbrıslı Türkler bölgesel politikada hep aynı pozisyonu tekrar etmişlerdir.
Ağırlıkla sembolizmden öteye gitmeyen hamlelerden oluşan bölgesel politik söylem modası geçmiş bir anlayış ile ele alınmaktadır.
Bu akımın belki de en net temsilcilerinden biri Kktc dışişleri bakanı Özersay’ın kendisidir. Geçtiğimiz günlerdeki Euronews röportajında bu kıstasa kıstas anlayışı açıkça ortaya koymuştur.
Maraş ve hibrokarbon konusundan Özersay şu ifadeleri kullanmıştır: “Hidrokarbon konusunda bizim de ortak olduğumuzu söylüyorsunuz ama bizimle bu konuyu konuşmuyor, bizimle masaya oturmayacağınızı söylüyorsunuz, tek başınıza hidrokarbon konusunda karar alıyorsunuz. O zaman ben sizinle neden Kapalı Maraş konusunu konuşayım.”
Bu, paylaşıma değil kutuplaşma üzerinden kurulan bir politika anlayışı temsil etmektedir.
Bu anlayış Kıbrıs konusunda Türkiye hariciyesinin ekseninden çıkmamak üzerine kurulmuştur. “Kıbrıslı Türkler Türkiye’nin kuklasıdır” söylemini güçlendirmeye yaramaktadır.
Kıbrıs konusunda katı tutum, bölgesel politikada rol alma ihtimalini ortadan kaldırmakta ve Kıbrıslı Türkler için dayanışmacı bir ruhla bölgesel anlamda bir özne olabileceği bir tutumu yok etmektedir.
İşte bu anlayış farkı içinde, Kıbrıslı Türk siyasetinde yenilikçi yaklaşımların uygulanabilirlik alanını konuşmak elzemdir.
Malesef, politika aracı fakiri bir siyasi yapılanma içerisinde, Kıbrıslı Türk siyasi partiler bu konuda muhafazakarlıklarını korumaktadırlar.
Öyle ki, siyasi partiler Kızılyürek’in açılımını bir politika aracı olarak kullanmaya dair bir yaklaşım geliştirmemişlerdir. Hoş, Kıbrıslı Türk siyasi partiler, sadece bu aracı kullanmama değil; Kızılyürek ile temas konusunda da çekingendirler. Sırf kayıt altında olsun diye, bugüne kadar Kıbrıslı Türk siyasi partilerle resmi bir görüşme teklifi alıp almadığını Kızılyürek’e sorduğumda, cevabı olumsuzdu.
Bir taraftan “siyasi kısıtlamalardan” şikayet eden ama diğer taraftan doğrudan temas kurabileceği kanalları kullanma iradesi göstermeyen siyasi yapılanmaya sahibiz.
Bu durum kafamdaki soru işaretlerini arttırıyor.
Ancak somut duruma baktığımızda, yeni bir paradigma ortaya çıkıyor.
Eski yapıların pozisyonsuzluğu, yeni anlayışları kavrayamadıkları ve içselleştiremedikleri sürece statükonu parçası olmalarına neden oluyor.
İster statükoya kafa atma derdinde olun, ister gülümseyin gelişen paradigmalara yönelik yenilikçi bir siyasi tavır üretilmediği sürece, statüko kendini korumaya devam edecektir.