Crans Montana süreci bittikten ve müzakereler yeniden çöktükten sonra, toplumdaki saflaşma eğilimi geçmiş 2-3 yıllık döneme göre daha da belirginleşmeye başladı. Tüm toz duman ve karşılıklı suçlamalarla şekillenen hınç kusma döneminin ardından siyasal alanda bütünlüklü çözümcüler- ana akım federal Kıbrıs savunucuları ile bu iş bitti kktc’yi düzeltmeye bakalım diyenler olarak iki net siyasal ve toplumsal kamp çok daha görünür oldu. Bu ikinci kesimi oluşturanlar sadece milliyetçi ve hamasi takımı değil, aynı zamanda son 2-3 yıldır yeni sağ ve Kıbrıslı Türk milliyetçileri ile sosyal demokrat kesimler de dahil olmuş durumda. Her iki kesim de birinden çok faklı olsa da ortak bir kesişim noktasında buluşuyorlar. Bütünlüklü çözüm vizyonu bu ülkedeki statükoyu besliyor, kimseyi bir yere vardıramıyor, günün sonunda aciz bırakıyor, her müzakere sürecinin ardından çözüme bu kez ulaşılacağını varsayıyor. kktc’yi devam ettirelim vizyonu ise kktc’ye normal bir devlet olarak yaklaşıyor ve onunla kurduğu ilişkinin de normal olabileceğini varsayıyor. İki varsayım da günün sonunda geleceksizlik ortak paydasında buluşuyor. Bu anlamda sadece çözümcülerin ifade ettiği gibi ‘kktc ile yolumuza devam ederiz’ tezi de kktc’cilerin ifade ettiği gibi ‘bütünlüklü çözüm ve ezberlenmiş federal Kıbrıs’ tezi de eşit oranda iflas etmiş, çökmüş ve Kıbrıslı Türk toplumunda artık bıktırtan bir kabus haline dönüşmüştür. Söz konusu iki kesimin savunucularının hınç, suçlama ve intikam alma güdüsüyle gerçekleştirdiği davranışlar ise ancak arafta kalmış bir topluluğun kendisini toplu bir şekilde nevrotik dışa vurumlarıdır. Peki bu iki iflas etmiş paradigmayı terk etmek ve yeni bir paradigma ortaya koymak mümkün mü? Şu an öyle bir eğilim gözükmüyor. Fakat konuşmamız gereken ve bunlardan kaçamayacağımız bazı meseleler var. Hoşumuza gitse de gitmese de!
Yeni KKTC’cilik ve Kıbrıslı Türk Milliyetçiliği
Müzakerelerin çökmesinin ardından yıllardır Kudret Özersay ve son bir yılda HP’nin dillendirdiği “evimizin önüne bakalım” siyaseti hızlı bir şekilde yeniden motivasyon ve ivme kazandı. Öyle ki bu söylem Mustafa Akıncı’da “KKTC olarak yolumuza devam ederiz” şeklinde zuhur ederken, bazı sosyal demokrat kesimlerde ‘artık normalleşme zamanıdır” şeklinde ifadeye dönüşmektedir. Bu ifadelerden gerçekten arzu edilen ve hedeflenen nedir, açıkçası muammadır. Bu söylemler ve bu vizyon bildiğimiz anlamda kktc varoldukça yaşama geçemeyecek, karşılık bulamayacak söylemlerdir. KKTC olarak yolumuza devam edemeyiz çünkü kktc denen şey zaten yolsuzluk ve çürüme üzerine kurulu bir yapıdır. Gündelik hayata ve sıkıntılara dair çeşitli girişimler ve formüller bulunabilir, belli ölçüde uygulanabilir ve belli oranda karşılık da görebilir, fakat kktc denen mekanizmada, kurumsallaşmış ve yoz ilişkiler içerisinde, Türkiye ile olan bağımlılık zemininde ancak dar alanda kısa paslaşmalar yapılabilir. Memurlarının Türkiye’den ödendiği, neredeyse (1-2si hariç) tüm belediyelerin TC Yardım Heyeti’ne göbekten bağımlı olduğu bir yapıda, bu ilişkilere dokunmadan ve bu ilişkilerden kurtulamadan ancak birbirimizi kandırıp günü kurtarabilir, Mete Hatay’ın dediği gibi araf siyasetine devam edebiliriz.
Fakat peki ya, tüm bu ifadelerin ardında kimsenin ifade edemediği bir giz barınmaktaysa? Aslında “KKTC ile yolumuza devam ederiz” derken bildik anlamda kktc’den değil de yeni bir cumhuriyetten bahsetmeye çalışıyorlarsa? 1980 Türkiye’deki faşist darbenin bir çocuğu olarak kurulan KKTC’nin artık miadını doldurduğu ve çürümeden başka bir şey üretmediği ortada. Türkiye’nin artık gerek sözde sol gerekse de milliyetçi ve geleneksel sağ siyasetlerle işbirliği yapmak istemediği de ortada. Diğer dönemlerden farklı olarak son 10 yıllık süreçte Kıbrıslı Türk milliyetçiliğinin serpilip geliştiği ve kendisine HP gibi yeni sağ bir oluşumda kurumsal ifade bulduğu bir dönemde egemen siyasette yeni bir paradigma inşa edildiğini görmemek için tamamen kör olmak lazım. Akıncı’nın “KKTC olarak yolumuza devam ederiz” cümlesi bildik anlamda UBP-DP tarzı bir kktccilik değil ama henüz tam olarak bilemediğimiz anlamda fakat sezebildiğimiz oranda HP ve Kudret Özersay tarzı, kuru bir milliyetçiliğin ve hamasetin değil, Kıbrıslı Türk milliyetçiliği ve politik anlamda popülizm ile şekillenecek olan yeni bir KKTC’ye, yeni bir cumhuriyete gönderme olarak okunması lazım. Sol muhalif özneler eğer hınç ve öfke duygularından biraz olsun sıyrılabilir ve görmek için bakarlarsa, bu değişen paradigmayı da fark edebileceklerdir. Bunun nasıl şekilleneceğini kestirebilmek güç. Fakat artık sonuna geldik, her şeyin yeniden dizayn edileceği bir dönemdeyiz.
Kayanın Altında Kalmak
Çözümden yana merkez partilerin ve öznelerin tümü de kayanın altında kalmıştır. Hangi kaya derseniz, Sisifos’un kayası! Bilindiği gibi Sisifos tanrılar tarafından bir kayayı dağın tepesine çıkartmakla cezalandırılmıştı. Fakat Sisifos kayayı dağın tepesine her çıkarışında kaya tekrar aşağıya yuvarlanıyordur. Ve Sisifos’un bu eylemi sonsuzca devam ediyordu. Ölümden beter ne var diye sorarsanız, tanrılar zamanında bunu bulmuş. Bundan da beterine örnek olarak bugün her halde bütünlüklü çözüm kayasının altında kalmalarına rağmen hala ısrarla bütünlüklü çözüm düşü gören kesimleri gösterebiliriz sanırım. Artık eskimiş ve çürümüş, bariz bir şekilde toplumdaki umutsuzluğu ve çıkışsızlığı besleyen bütünlüklü çözüm savunusu barışçıl ve çözümcü bir tez olmaktan çıkarak, artık kangrenleşmiş olan toplumsal ve siyasal ilişkileri yeniden üretmektedir. Bütünlüklü çözüm siyaseti insanlara çıkış değil çıkışsızlık göstermektedir. Fakat siyasetin esas işlevi insanlara zor zamanlarda çıkış yolu açabilmektir, çıkışsızlığa yuvarlamak değil! Bu gün bariz bir şekilde yeni sağ siyaset bu yolu kendi bağlamı içerisinde yarattı ve insanlarda motivasyon sağladı. Sol ise bu yeni bağlam içerisinde henüz konumlanmış değil, farkında bile değil belki de. Çözüm siyaseti artık bütünlüklü çözüm naraları ardına sığınmak ve umutsuzluk üretmeden kopmalı ve parça parça çözüm yolunda somut, pratik örnekleri eylemleri hayata geçirmelidir. Bir şey olmuyorsa olmuyordur. Yerine yeni araçlar ve yeni mücadele yöntemleri konulamadığı sürece de kayanın ağırlığı altında ezilmeye devam edilecek. Fakat hayat akıp gidiyor! Egemenler yeni paradigmalar ve stratejiler inşa ederken, toplumsal muhalefet kendisine yeni yollar açabilecek mi yoksa izleyici koltuğuyla mı yetinecek göreceğiz.
Yeni Bir Zemine Taşınmak!
Çok net ifade etmek lazım, anlaşılmak kolay olmayabilir, anlatabilmek de öyle. Egemenlerin oluşturmaya çalıştığı yeni paradigma ve bağlam beraberinde yeni mücadele alanları ve zeminleri de oluşturacak. Bu alanlara kör kalmamalı ve oluşacak olan yeni süreçte sol anlamda özne olabilmenin yolları zorlanmalıdır. Bunun için de her şeyden önce ciddi bir üretim stratejisi gerekmektedir. Bu toplum üretemediği sürece istediği kadar evimizin önünü süpürelim, kendi kendimizi kandırmaktan öteye gidemeyeceğiz. Bu anlamda Türkiye ile olan ilişkilere dokunmayan bir üretim ve toplumsal yeniden inşa stratejisi sadece havanda su dövmek olacaktır. Yeni şekillenmekte olan egemenlerin paradigması bu ilişki biçimlerine dokunmak değil, tam tersi kktcnin artık örtemediği ve tahrip ettiği ilişkilerde bir yenilenme ve restorasyon yapacak.
Solun, özellikle de devrimci politikanın yeni bir paradigma ve mücadele zeminine, toplumsal yeniden inşa anlamında ihtiyacı vardır. Fakat bunu egemenlerin zihin dünyasındaki gibi değil, hali hazırda yaşadığımız ve kktc mekanizmaları ile üstü örtülen krizi, krizin süre giderliğini su yüzüne çıkartacak bir bağlamda yapmalı. Bu krizi normalleştirme adı altında muhafaza etmeye yönelik değil, hakiki bir yaşam için krizi derinleştirmeli ve çıplak hale getirmeli. Fakat bunu salt protesto anlamında değil, kurucu bir toplumsal yeniden inşa perspektifi ile yapmalı.
Fakat öte yandan barıştan ve çözümden de vazgeçmeden fakat geleneksel yöntemlere de saplanmadan bu yönde de yeni bir paradigma inşa etmeli, hayata geçirmeliyiz. Artık bütünlüklü çözümde ısrar etmek demek, siyasette yeni sağ ve Kıbrıslı Türk milliyetçiliğinin önünü açmak demektir. Sadece iç siyasete gömülmek de kafayı kuma gömmek demektir. İşte tam da bu iki çıkışsızlık noktasından yeni yollar keşfetmek ve sol-barış siyasetinin direksiyonunu umutsuzluktan umuda, bitkisel hayattan, hayatın tam içerisine kurmak gerekmektedir.
Egemenler ve siyasal elitler Kıbrıs sorununda bütünlüklü çözümün arkasına sığınarak çözümsüzlüğü, çözümsüzlüğün arkasına sığınarak da II. Cumhuriyeti inşa etme yolunda ilerliyorlar. Peki ya sol ve barış güçleri? Gittikçe çürüyen bir zeminde dar alanda kısa paslaşmalarla mı yetinecek, yoksa yeni bir toplumu, yeni bir düzeni kurmak için cesaret mi sergileyecek?