Gündem, hükümetteki değişikliğe odaklanıp “acaba müdahale mi var?” ile “aha müdahale!” kıvamında tartışmalarla geçiştiriledursun; hala daha deneyimlediğimiz dönemi, bildik etki-tepki(sizlik) ilişkisi içinde ele alma anlayışı hakim.
Oysa ki, yaşanılan hiperenflasyon koşullarının çok daha derin sorunlar yarattığı ve bu bağlamda baktığımızda çok daha esaslı bir sorgulamanın gerektiği açık. Üstelik sadece iktidar kanadı değil, muhalefet kanadının da kendine çekidüzen vermesi gerekiyor.
Yaşadığımız ağır ekonomik koşullardaki sorun artık göstergelerden ibaret değil. Her an krizi hissediyoruz. Bu durumun ilk göstergeleri 2018 yılı sonunda görülmeye başlandı. 2019 yılında reform ile çözmek mümkün olabilir mi tartışmaları yaşanırken, Cumhurbaşkanlığı seçimleri nedeniyle, siyaset ekonominin önüne geçti. Ardından da pandemi krizi ile birlikte sağlık, ekonominin önüne alındı. Esasen 2020 yılında ekonominin sağlığın önüne alınması ile ilgili bir sorun yok, ancak diğer ekonomilere kıyasla bizde sağlık öne alınırken ekonomi unutuldu veya unutturuldu.
2021 yılında ise kriz derinleşirken, geçici hükümet, kalıcı olmaya çalışıp, krizin derinleşmesindeki esas rolü oynadı. Evet, bu krizin bu kadar derinleşmesinde iktidarda bulunan partilerin bir nebzee rolü vardır. Ancak, Ersan Saner hükümetinin rolü açık bir biçimde en ciddisidir ve en derin zararı vermiştir. Bu konu sarihtir.
Video skandalı ile mahalleye gönderilen Saner hükümeti ardından erken seçim yarışı başladı. Bu yarış içindee uyduruk bir bütçe geçirildi.
Bütçe için “uyduruk” ifadesini kullanmamdaki esas sebep 12.7 milyar TL’lik gider öngörüsüne karşılık 11.2 milyar TL’lik gelir olması, bununla beraber %20 enflasyon öngörüsü ile hazırlanmış olmasıdır.
Oysa ki, son yapılan zamlardan sonra mart ayı hayat pahalılığı sadece akaryakıt ve elektriğin etkisi ile %3 civarında bir etki yapması öngörülmektedir.
Bunun, TÜFE sepetindeki diğer ürünlere olan etkisi, TL’nin durumu, Ukrayna başta olmak üzere jeopolitik risklerin artması ile enflasyonun en az %6 civarında artacağını öngörebiliriz.
Bu yaklaşımla aslında bütçedeki hayat pahalılığı öngörüsünün de, normalde yansıtıldığı haziran ayı gelmeden, geçileceğini ve her halükarda bütçenin Mart ayı itibari ile işlevsiz olacağını söyleyebiliriz.
Bunun kamu yönetimine etkisi ise doğal olarak, maliyet kesintisi olarak yansıması beklenirken, esasen maaş ödeneklerine dayalı “denkleşmemiş” bütçenin, kapsamlı bir tadil ihtiyacı doğacağı açıktır. Ancak bununla ilgili kaynağın nereden yaratılacağı belirsizdir.
Hali hazırda, harç gibi maliyetlerden gelmesi öngörülen gelirin karşılanamayacak olması, sadece ödeme sorunlarını değil, aynı zamanda reformlarla ilişkilendirilmiş maliyetlerin gerçekleştirilemeyeceğini göstermektedir.
Nihayetinde, normal koşullarda bu yıl “kktc’nin batacağını” ilan etmek mümkündür. Ancak Türkiye Cumhuriyeti ile kurulmuş aksak ilişkinin bir neticesinde herhangi birinin “batışı” ifade etmesi mümkün olmayacak, treni sallayarak trenin hareket ettiği imajı yaratılacaktır.
Bu noktada, tadil edilse dahi işlevsiz olacak olan bütçe, hükümet olsa da reform yapamayacak iktidar ve doğal olarak yasama yapsa da karşılık bulmayacak bir meclise sahip olacağız. İyi niyetle kürsüde kurulan cümleler ile temsiliyet görevini yerine getirecek vekiller, esas görevleri olan “yasama” görevini, bunu yapmak için yanıp tutuşsalar dahi yapamayacaktır.
Seçim süreci başladığında, “boykot” edeceğimi ifade ederken, tekrar tekrar bunu anlatmaya çalışmıştım. Bu bugün ortaya çıkan bir durum değildi, ne yasama ne yürütme organı çalışmayacaktı ve o yöne doğru gidiyoruz. Esasen, seçim ise yasama ve yürütme yetkilerindeki kişileri belirlemek için yapılmaktadır ve bu çalışamayacak organların sevk ve idamesi bu noktada, başında herhangi bir kayyum varmışçasına idare edilmek durumundadır.
Buradaki sorun, hangi ideolojik noktadan yaklaştığımız değil, açık bir biçimde teknokratik olarak kktcnin çeşitli iç ve dış şoklar nedeniyle yürütülemez olduğu gerçeği ile ilgilidir.
Bu noktada da hükümet edenin kim olduğunun bir anlamı yoktur. Tekerlekleri olmayan, içinde benzin olmayan ve koltukları sökülmüş bir arabada yolculuk yapamıyorsanız, Formula 1 pilotuna sahip olmanın bir anlamı yoktur. Kim olursa olsun, bu aracı hareket ettiremez. Çok alkış alan kişi olmanız, bu durumu değiştirmeyecektir. Çünkü, halk desteği, çalışabildiğini var saydığımız bir mekanizmayı etkin yürütmek için anlamlıdır. Tıpkı, belediye reformu denilerek, iki batık yapıyı birleştirdiğinizde, artıya geçmesinin mümkün olmayacağı gibi; batık bir merkezi iradede iyi yöneticilerin olması dahi tek başına bir anlam yaratmamaktadır.
Bu noktada, yapılacak hiçbir şey yok mu sorusu önem kazanmaktadır.
Elbette ki vardır. Ancak bu kabuğumuzu kırıp, konuya gerçekten teknokrasinin ötesinde siyasi bir biçimde bakarak, etkin bir mücadele ile birlikte mümkün olabilir.
Kıbrıslıtürklerin öncelikli sorunu, diğer “batan ekonomilerin” ihtiyaç duyduğu çözümlere muktedir olmaması ile ilgilidir.
Para politikası bunlardan biridir. Türk lirası kötü yönetilmektedir. Bunda Kıbrıslıtürklerin tek suçu, kötü yönetilen para birimini koşulsuz kullanma arzusudur. Bunun değiştirilerek, iyi yönetilen bir para birimine geçiş çalışmaları her halükarda son dereece önemlidir.
İkincisi ise kktcnin kendi içine kapalı yapısından kurtularak, uluslararası finans araçlarına erişebilmesinin önünü açmaktan geçmektedir. Bunun da yolu ise uluslararası kabul görmüş olan iki bölgeli, iki toplumlu federal çözümden geçmektedir.
Ukrayna’daki savaşın doğal sonucu Doğu – Batı ilişkilerinin yeniden tanımlanmasını getirmiştir. Uluslararası ilişkilerin kural kitabı sadece ihlal edilmemiş, aynı zamanda BM Güvenlik Konseyi Daimi Üyesi tarafından yakılmış, çöpe atılmıştır.
Bana göre gelinen durumda iki olası senaryo vardır.
Birincisi, eğer, yaşananları sadece “kınanır” ve açıkça karşı çıkılmazsa, muhtemelen Japonya- Rusya arasında Kuril adaları, Çin ile Tayvan ilhakı ve muhtemelen Türkiye’nin de genişleyici arzuları içerisinde kktcnin, Türkiyeye ilhakı gibi zincirleme tepkileri görebiliriz. Bunun gerginliği arttırması ve yeni çatışmaları yaratması mümkündür. Maalesef bu kötü senaryoda, olağanüstü bedeller ödeneceği açıktır. Açıktır ki, bu ihtimali arzulayan bir kesim vardır. Bununla ilgili olarak da pozisyonları nettir. Aynı şekilde buna karşı olan bir kesim vardır. Ancak, karşıtlıkları güçlü bir siyasi mesaj olarak algılanmamaktadır.
İkinci durumda ise, Batı dünyası arasında yakınlaşmanın hızlanması mümkündür. Bu yakınlaşmaya dair en önemli gelişme, Rusya gazına bağımlılığın azaltılması yaklaşımı dahilinde, Doğu Akdeniz’de yeniden gaz ticaretine yönelik İsrail – Türkiye dengesinin kurulması, EastMed’in lağvedilmesi ve Kıbrıs’ta yeniden uluslararası kabul görecek federal bir çözüm ile hızlı bir sürecin canlanması şeklinde ortaya çıkabilir.
Ancak, bu ikinci senaryo ile ilgili, Kıbrıslıtürk liderliğinin niyetsiz olduğu bilinmektedir. Güney’de ise Anastasiadis’in görevinin sonuna yaklaşırken, Dış İşleri Bakanı Kasoulidis ile Batı ile işbirliği mesajı verilmekte, GYÖler ortaya konularak, ortaya çıkacak krize kapsamlı ve parçalı çözümlere dönük hazır olunduğu mesajı vermektedir. Bu durumda ikinci senaryonun önündeki başlıca engel Kıbrıslı Türk tarafındadır ve bunun değişmesi için mücadele edilmesi gereklidir.
Bütün bunlar, geniş çerçevede toplumsal muhalefete yaşanılan ekonomik krizden çıkış için kararlı bir mücadele hattı yaratmaktadır. Federal çözüm mücadelesinin, sadece cümle içine sıkıştırılmış bir talepten öte, siyasi bir arzu olduğunu; bunun ekonomik krizinde, uluslararası ilişkilerde genel anlamda yaşanan krizinde ve Atlantic-Euro-Med bölgesindeki bölgesel stabilite için de önemli bir nokta olduğunu anlatabilmek gerekiyor.
Bu da toplumsal muhalefeti temsil eden aktörlerin, etkin bir iletişim kampanyası yürütmesi sadece kamuoyuna değil, aynı zamanda uluslararası anlamda da ve pro-aktif bir biçimde çalışması gerekmektedir. Bu batık belediyelere başkan seçtirme yarışından çok daha hayati bir konudur. Başka bir deyişle, Türkiye’nin yolunu takip eden değil, hem Kıbrıslı Rum toplumuna hem de Türkiye’ye de yol gösteren bir politik hat açma arzusu ile birlikte ele alınmalıdır.
Bu politik hattın, ekonomik ve siyasi krizden çıkışı, kendi kendine sona ermesini edilgen biçimde beklemek yerine; Kıbrıslıtürk toplumunun yaşadığı memleketin geleceğini belirleme kudretine sahip bir unsur olduğunu da gösterebilmesi anlamında son derece önemli olacaktır.
Sonuçlandırmak gerekirse artık yaşananlarla ilgili olan bitenle ilgili sorumluluk sadece hükümette değil, aynı zamanda da en geniş ve kapsayıcı anlamda toplumsal muhalefettedir.