Yazan: Gilles Deleuze
Çeviren: Savaş Kılıç
İnsanın “meramını anlatması” çok zor şey – röportaj, diyalog, söyleşi. Bana soru sorduklarında, soru bana bir şey ifade etse bile, çoğu zaman söyleyecek hiçbir şeyim olmadığını fark ederim. Sorular yaratılır, tıpkı başka şeyler gibi. Dört bir yandan, fark etmez neresi olduğu, gelen öğelerle kendi sorularınızı yaratmanıza izin verilmezse, sorular “önünüze konursa” söyleyecek pek bir şeyiniz olmaz. Problem inşa etme sanatı önemli: Çözüm bulmazdan evvel problem, problemin ifadesi yaratılır. Röportajda, sohbette, tartışmada bunlardan eser yoktur. Tek başına, iki veya daha çok kişiyle kafa yormak, düşünmek bile yetmez. Hele ki düşünmek hiç yetmez. İtirazlar daha da beterdir. Ne zaman birisi bana itiraz etse “Tamam, tamam. Başka bir konuya geçelim,” demek gelir içimden. İtirazların herhangi bir şeye katkısı olmamıştır bugüne kadar. Birisi bana genel bir soru sordu mu da gene aynı. Hedef sorulara cevap vermek değil, çıkmaktır, soruların dışına çıkmak. Bir sürü insan ancak soruları temcit pilavı gibi tekrar tekrar ısıtarak dışarı çıkacağımızı düşünür. “N’olacak bu felsefenin hâli? Öldü mü? Aşacak mıyız onu?” Resmen ıstırap. Sorunun dışına çıkabilmek için boyuna soruya dönerler. Ama böyle asla çıkamazsınız sorunun dışına. Hareket düşünürün arkasından yapılır, yahut göz kırpıştırdığı esnada. Çıkış ya gerçekleşmiştir ya da hiç gerçekleştirilemeyecektir. Sorular genellikle bir geleceğe (veya geçmişe) yöneliktir. Kadınların geleceği, devrimin geleceği, felsefenin geleceği, falan. Ama bu esnada, biz bu soruların içinde dört dönerken, birtakım oluşlar vardır ki sessiz sedasız, neredeyse fark edilmeden iş görürler. İster kişisel ister evrensel olsun, tarih kavramını fazla kullanıyoruz düşünürken. Oluşlar ise coğrafyaya aittir; yönelim, istikamet, giriş ve çıkış demektir. Kadınlarla, kadınların geçmiş ve geleceğiyle karıştırılamayacak bir kadın-oluş/kadınlaşma var; kadınların geçmiş ve geleceklerinden, tarihlerinden dışarı çıkmak için bu oluşa girmeleri gerekir. Devrimin geleceğiyle aynı şey olmayan, illaki militanların dolayımından geçmesi gerekmeyen bir devrimci-oluş/devrimcileşme var. Felsefe tarihiyle uzaktan yakından ilgisi olmayan ve felsefe tarihinin sınıflandıramadıklarının dolayımından geçen bir filozof-oluş/filozoflaşma var.
Oluş/-laşmak/hâline gelmek (devenir) demek taklit etmek, -miş gibi yapmak, –adalet veya hakikat dahi olsa– bir örneğe uymak demek değildir katiyen. Yola çıkılan bir unsur da yoktur, varılacak ya da varılması gereken bir unsur da. Keza birbiriyle mübadele içinde olan iki unsur da yoktur. “Ne olacaksın?” sorusu acayip aptalca bir sorudur. Zira biri oluş/-laşma hâlindeyse, dönüştüğü şey de kendisi kadar değişir. Oluşlar taklit veya kendine benzetme fenomenleri değil, iki yönlü kapma, paralel olmayan evrim fenomenleridir, iki âlemin düğünü gibidir. Düğün hep doğaya aykırıdır. Düğün çiftin zıddıdır. İkili makineler yoktur: soru-cevap, eril-dişil, insan-hayvan, vs. Bir söyleşi bu olabilir işte: Bir oluşun taslağı. Yabanarısı ile orkide iyi bir örnek olabilir. Yabanarısı imgesini orkide oluşturuyormuş gibi görünür, ama aslında orkide yabanarısılaşırken yabanarısı da orkideleşir; iki yönlü bir kapma vardır, çünkü her birinin “dönüştüğü” şey dönüşeni de bir o kadar değiştirir. Yabanarısı orkidenin üreme aygıtının bir parçası hâline gelirken orkide de yabanarısının cinsel organı hâline gelir. Tek bir oluş, bir tek oluş bloğu vardır, ya da Rémy Chauvin’in deyişiyle, “birbiriyle uzaktan yakından ilgisi olmayan iki varlığın paralel olmayan evrimi”. İnsanın öyle hayvanlaşmaları vardır ki köpek ya da kedi numarası yapmak değildir, çünkü hayvan ile insan ancak ortak ama bakışımsız olan bir yersizyurtsuzlaşma yolunda ilerlerken karşılaşırlar. Mozart’ın kuşları gibi: Bu müzikte bir kuş-oluş vardır, ama kuşun müzik-oluşuna yakalanır; ikisi birlikte tek bir oluş, bir tek blok, paralel olmayan bir evrim –mübadele değil kesinlikle, bir Mozart yorumcusunun deyişiyle “olası bir muhatap olmaksızın bir sırrını açma”, kısacası bir söyleşi– meydana getirir.
Oluşlar en fark edilmez şeylerdir, olsa olsa bir yaşamın ve bir üslubun içerebileceği fiillerdir bunlar. Üsluplar da yaşam tarzları da birer inşa değildir. Üslupta önemli olan kelimeler, cümleler, ritim ve mecazlar değildir. Yaşamda da önemli olan hikâyeler, ilkeler veya sonuçlar değildir. Bir kelimenin yerine her zaman bir başkasını geçirebilirsiniz. Falanca kelime hoşunuza gitmiyorsa, uymuyorsa, bir başka kelimeyi alıp yerine geçirirsiniz, olur biter. Her birimiz bu çabayı göstersek herkes birbirini anlar, soru sormak veya itiraz etmek için sebep kalmaz. Düzanlamlı/temiz (propre) kelimeler de yoktur metaforlar da (bütün metaforlar kirli kelimelerdir ya da kelimeleri kirletirler). Bir şeyi tam olarak anlatmak için kifayetsiz kelimelerden başkası yoktur. Sıradışı kelimeler yaratalım, ama onları en sıradan şekilde kullanalım ve imledikleri varlıkları en sıradan nesneyle aynı şekilde var edelim. Bugün yeni okuma biçimleri kullanıyoruz, belki yazma biçimleri de. Kötü ve kirli olanları var bunların. Sözgelimi, bazı kitaplar gazetecinin biri, hakkında tanıtım yazsın diye yazılmış gibi geliyor bize, hatta tanıtım yazısına bile gerek yok, kitabı okumaktan ve yazıyı çatmaktan kurtaracak içi boş laflar (okumanız lazım! çok ünlü! hadi, alın bakın!) lazım. Ama okumanın bugün için doğru yolu, plak/CD dinliyormuş, film veya TV programı izliyormuş gibi, şarkıya kulak kabartıyormuş gibi davranmaktan geçiyor: Kitap için özel bir saygı, başka türlü bir dikkat isteyen her yaklaşım başka bir çağdan geliyordur ve kitabı geri dönülmez biçimde mahkûm eder. Zorluk veya anlaşılma diye bir mesele yok: Kavramlar tıpatıp sesler, renkler veya imgeler gibidir, size uyan ya da uymayan, kabul edilebilir olan veya olmayan birtakım yoğunluklardır bunlar. Pop felsefe. Anlaşılacak, yorumlanacak bir şey yok. Üslup nedir söyleyeyim. “Üslubu yok” denilegelenlerin özelliğidir üslup. Göstergelerin oluşturduğu bir yapı değildir; düşünülmüş taşınılmış bir düzenleme, kendiliğinden bir ilham, bir orkestrasyon veya bir müzik parçası da değildir. Bir tertiptir, sözcelem tertibi. Üslup kendi dilinde kekeleyebilmektir. Zor bir şey, çünkü böyle bir kekelemeye ihtiyaç olması lazım önce. Sözünde, konuşmasında değil, dilinde kekeme olmak. Kendi dilinde bir yabancı gibi olmak. Bir kaçış çizgisi yaratmak. Benim için en çarpıcı örnekler: Kafka, Beckett, Gherasim Luca, Godard. Gherasim Luca en büyük şairler arasında yer alacak büyük bir şair: Olağanüstü bir kekeleme yaratmıştır – kendi kekelemesini. Şiirlerini dinleyicilere okuduğu dinletiler yapılmıştır; topu topu iki yüz kişi katılmıştır ama bir olaydır bu; o iki yüz kişi arasında geçen, hiçbir ekol ya da harekete ait olmayan bir olay. Hadiseler hiçbir zaman sandığımız yerde veya sandığımız yollardan geçmez.
Hep elverişli örnekleri ele alıyorsunuz diye itiraz edenler olabilir: Kafka Almanca yazan Çek Yahudisi, Beckett İngilizce ve Fransızca yazan İrlandalı, Luca Romen kökenli, hatta Godard İsviçreli. Ee, ne olmuş yani? Hiçbiri için sorun bu değildi ki. Tek dilde bile çiftdilli olmalıyız, kendi dilimiz içinde minör bir dilimiz olmalı, kendi dilimizin minör bir kullanımını yaratmalıyız. Çokdillilik, her biri kendi içinde türdeş olan birden çok sisteme sahip olmak değildir; her sistemin türdeş olmasına engel olan, böylece onları etkileyen bir kaçış veya varyasyon çizgisidir evvela. Başka bir dilde İrlandalı veya Romen gibi konuşmak değil, kendi dilinde yabancı gibi konuşmak. Proust der ki: “Güzel kitaplar bir nevi yabancı bir dilde yazılır. Her kelimenin altına her birimiz kendi anlamımızı, en azından kendi imgemizi yerleştiririz ki bunlar da çoğu zaman yanlış anlamadır. Ama güzel kitaplarda bütün yanlış anlamalarımız da güzeldir.” [Marcel Proust, Contre Sainte-Beuve, Gallimard, s. 303.] Okumanın doğru yolu budur: Bütün yanlış anlamalar iyidir, yeter ki bu yanlış anlamalar yorum olmasın, kitabın kullanımıyla ilgili olsun, kitabın kullanımını çoğaltsın, kitabın dili içinde bir dil daha yaratsın. “Güzel kitaplar bir nevi yabancı dilde yazılır…” Üslubun tanımı budur. Bu da yine bir oluş meselesidir. İnsanlar hep büyümeye, reşit olmaya bağlı bir gelecek düşünürler (ben büyüyünce, iktidar bende olunca…). Oysa mesele reşit-olmayan hâline gelmektir: -miş gibi yapmak, çocuk, deli, kadın, hayvan, kekeme veya yabancı gibi yapmak, onları taklit etmek değil, yeni güçler veya silahlar yaratmak için bunlara dönüşmek.
Yaşam için de böyle. Hayatta bir nevi sakarlık, hastalanmaya yatkınlık, bünye zayıflığı, bir yaşam kekemeliği vardır ki kişiye cazibe/tılsım (charme) katar. Nasıl ki üslup yazının kaynağıysa tılsım da yaşamın kaynağıdır. Hayat sizin hikâyeniz değildir, tılsımı olmayanların hayatı da yoktur, ölü gibidir onlar. Yalnız, tılsım kişinin kendisi değildir. Kişileri birer kombinasyon olarak, öyle bir kombinasyonun içinden çekilip çıkarıldığı benzersiz şanslar olarak kavramamızı sağlayan şeydir. Kaçınılmaz şekilde galip gelen zar atımıdır o, çünkü rastlantıyı kesmek, sakatlamak ya da ihtimallerden biri olarak saymak yerine, yeterince olumlar onu. Her bir kırılgan kombinasyon aracılığıyla da bir yaşam potansiyeli benzersiz bir güçle, bir inatla, varlıkta ısrarla kendini olumlar. Büyük düşünürlerin hem kırılgan bir kişisel yaşamları, hiç güven vermeyen bir sağlıkları olup hem de hayatı mutlak kudret veya “Büyük Sağlık” durumuna taşımaları tuhaftır. Bunlar birer kişi değil kendi kombinasyonlarının rakamıdır. Tılsım/cazibe (charme) ve üslup (style) yanlış kelimeler; başka kelimeler bulmak, onları kullanmak lazım. Tılsım hayata, kişisel olmayan, bireyleri aşan bir kudret kazandırırken, üslup da yazıya yazıdan taşan dışsal bir amaç kazandırır. Bu ikisi aynı şeydir: Yazının kendi içinde bir amacı yoktur, çünkü hayat kişisel bir şey değildir. Çıkardığı kombinasyonlar sayesinde yazının tek amacı hayattır. Yani, hayatın sürekli sakatlandığı, alçaltıldığı, kişiselleştirildiği, köreltildiği ve yazının kendi kendini amaç edindiği “nevroz”un zıddı. Nevrozlunun zıddı, sağlığı hassas büyük canlı Nietzsche şöyle yazar: “Bazen sanatçı, özellikle de filozof kendi döneminde bir rastlantıdan ibaret görünür… Onun ortaya çıkmasıyla –sıçrama yapmayan– doğa ilk ve son kez bir sıçrama yapar [onu yaratır], sevinç sıçramasıdır bu, çünkü ilk defa amacına ulaştığını hisseder: Orada hayatla ve oluşla oynarken çok ileri gittiğini, boyunu aşan hedefler koymaması gerektiğini anlar. Bu farkına varış yüzüne vurur ve insanların tılsım/ güzellik adını verdiği tatlı bir akşam yorgunluğu çöker yüzüne.” [Nietzsche, Schopenhauer éducateur]
Çalışırken ister istemez mutlak bir yalnızlık içinde oluruz. Ekol kuramayız, ekol mensubu olamayız. Çalışma ancak kaçak, gizli çalışma olabilir. Ne var ki çok kalabalık bir yalnızlıktır bu. Düşlerle, düşlemlerle, tasarılarla değil, karşılaşmalarla dolu bir yalnızlık. Karşılaşma, oluş veya düğünle aynı şeydir belki. Bu yalnızlık arka planında her türlü karşılaşma olabilir. Kâh bazı insanlarla (kimi zaman hiç tanımadığımız, daha önce hiç görmemiş olduğumuz insanlarla) karşılaşırız, kâh hareketlerle, fikirlerle, olaylarla, varlıklarla. Bunların hepsinin birer özel adı vardır, ama özel ad bir kişiyi veya özneyi göstermez. Bir etkiyi, bir zikzağı, iki şey arasında(n) tıpkı bir potansiyel fark gibi geçen veya olup biten bir şeyi gösterir: “Compton etkisi (olayı)”, “Kelvin etkisi” gibi. Oluşlar için de aynı şeyi söylüyorduk: Bir unsur bir diğerine dönüşmez, her biri yekdiğeriyle karşılaşır; ikisi için ortak olmayan (çünkü birbirleriyle uzaktan yakından ilgileri yoktur), ikisi arasında geçen, kendi istikameti olan tek bir oluş, bir tek oluş bloğu, paralel olmayan bir evrim vardır. İki yönlü kapma, yabanarısı ile orkide işte budur: –birbiriyle mübadelede bulunacak, birbirine karışacak olsa bile– bir şeyin birinde bir başka şeyin diğerinde olması da değil; ikisinin arasında, ikisinin dışında, başka bir istikamette cereyan eden bir şey. Karşılaşmak bulmaktır, kapmaktır, çalmaktır; ama bulmanın yöntemi yoktur, sadece uzun bir hazırlığı vardır. Çalmak intihalin, kopyalamanın, taklit etmenin veya -miş gibi yapmanın zıddıdır. Kapmak da hep iki yönlü kapmadır; çalmak iki yönlü çalmadır. Karşılıklı bir şey değil de hep “dışarıda” ve “arada” olan asimetrik bir bloğu, paralel olmayan bir evrimi, düğünü yaratan da işte budur. Demek ki böyle bir şeymiş söyleşi.