Kaynak – Çeviri: Serap Güneş – 25 Şubat 2022 – Dünyadan Çeviri
Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ile birlikte savaşın tam anlamıyla patlak vermesi dünya düzeni açısından ciddi bir dönüşe işaret ediyor ve yıllık toplantımızda (zoom üzerinden) bir araya gelen coğrafyacılar olarak bu dönüşü göz ardı edemeyiz. Bu nedenle bir tartışma zemini yaratmak babında bazı “uzman olmayan” görüşlerimi sunacağım.
Dünyanın 1945’ten bu yana barış içinde olduğuna ve ABD hegemonyası altında inşa edilen dünya düzeninin, birbirleriyle rekabet içindeki kapitalist devletlerin savaş eğilimlerini kontrol altında tutma konusunda büyük oranda işe yaradığına dair bir mit var. 1945 sonrasında iki dünya savaşına sebep olan Avrupa’daki devletler arası rekabet büyük ölçüde kontrol altında tutuldu ve Batı Almanya ile Japonya (kısmen Sovyet komünizmi ile mücadele amacıyla) kapitalist dünya sistemine barışçıl bir şekilde yeniden entegre edildi. Avrupa’da işbirliği kurumları oluşturuldu (Ortak Pazar, Avrupa Birliği, NATO, Euro). Öte yandan, Kore ve Vietnam savaşlarından başlayıp Yugoslav savaşları ve NATO’nun Sırbistan bombardımanı, sonra da Irak’a karşı (biri ABD’nin Irak’ın kitle imha silahlarına sahip olduğuna dair bariz yalanıyla meşrulaştırılan) iki savaş ve en nihayetinde Yemen, Libya ve Suriye’deki savaşlarla “sıcak” savaşlar (hem iç savaşlar hem de devletler arası savaşlar) 1945’ten bu yana bolca sürüyor.
1991’e kadar, Soğuk Savaş, dünya düzeninin işleyişine oldukça stabil bir arka plan sağladı. Bu Soğuk Savaş düzeni, Eisenhower’ın fi tarihinde “askeri sınai kompleks” olarak adlandırdığı şeyi teşkil eden ABD şirketleri tarafından kendi ekonomik çıkarları için sık sık manipüle edildi. Sovyetlere ve komünizme karşı (gerek sahte gerek gerçek) korku ekmek, bu siyasanın en temel aracıydı. Bunun ekonomik sonucu, askeri alanda dalgalar halinde yaşanan teknolojik ve organizasyonel yenilikler oldu. Bu teknolojik ve organizasyonel yenilikler, örneğin havacılık, internet ve nükleer teknolojiler gibi, büyük oranda askeri alan dışı kullanımlar da yarattı; dolayısıyla, sonsuz sermaye birikiminin desteklenmesinin ve sermaye gücünün tutsak bir piyasa bağlamında artan merkezileşmesinin başat bir yoluna katkı sağladı.
Dahası, “askeri Keynesçilik”e yönelmek, 1970’ler sonrasında gelişmiş kapitalist ülkelerin bile nüfuslarına periyodik olarak uygulanan neoliberal kemer sıkma rejimlerinin zor zamanlarında imdada koşan favori istisnalar haline geldi. Reagan’ın Sovyetler Birliği ile bir silahlanma yarışına girmek için askeri Keynesçiliğe yönelmesinin, Soğuk Savaş’ın sona ermesine katkıda bulunan bir rolü olmasının yanı sıra, her iki ülkenin ekonomilerini sakatlamak gibi de bir sonucu oldu. Reagan’dan önce, ABD’deki en üst vergi oranı hiçbir zaman yüzde 70’in altına düşmemişken, Reagan’dan bu yana bu oran asla yüzde 40’ı aşmadı. ABD ekonomisinin 1945 sonrasında artan şekilde militarizasyonu da ekonomik eşitsizliklerin büyümesi ve başka yerlerin yanı sıra ABD’de de hakim bir oligarşinin oluşması ile paralel yürüdü.
Batılı siyasa seçkinlerinin bugün Ukrayna’da yaşanana benzer durumlarda yüz yüze kaldığı zorluk, kısa vadeli ve acil sorunların, çatışmanın altta yatan kökenlerini daha da büyütmeyecek şekilde halledilmek zorunda olması. Örneğin, güvende olmadığını hisseden insanlar çoğu zaman şiddetli tepkilere yönelir ama bıçakla üstümüze yürüyen birine güvensizlik hislerini ortadan kaldırmak için sakinleştirici sözler söyleyerek karşı duramayız. Önce ellerindeki silahın güvensizlik hislerini şiddetlendirmeyecek biçimde alınması gerekir. Hedef, bir yandan acilen bu işgalin getirdiği terörü, yıkımı ve beyhude can kayıplarını sınırlandırırken, diğer yandan daha barışçıl, işbirliğine dayalı ve militarizasyondan arındırılmış bir dünya düzenine zemin hazırlamak olmalıdır.
Ukrayna çatışmasında tanık olduğumuz şey, birçok bakımdan reel sosyalizmin ve Sovyet rejimin iktidarını tasfiye eden süreçlerin bir ürünüdür. Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte Ruslara dikensiz gül bahçesi vaat edildi: kapitalist dinamizmin ve serbest piyasa ekonomisinin faydaları, yalnızca üsttekilere değil, ülke çapında alttakilere de yayılacaktı. Soğuk Savaş’ın bitimiyle birlikte, Ruslar bir uçakta Paris’e doğru yola çıktıkları hayaline kapıldılar ama uçaktan indiklerinde “Burkino Faso’ya hoş geldiniz” anonsu ile karşılaştılar.
Rus halkını ve ekonomisini 1945’te Japonlarla ve Batı Almanya’yla olduğu gibi küresel sisteme entegre etme girişimi hiç olmadı ve IMF’den ve önde gelen Batılı iktisatçılardan (Jeffrey Sachs gibi) gelen tavsiye, neoliberal “şok tedavisini” serbest piyasa ekonomisine geçişin sihirli iksiri olarak benimsemek oldu. Bu tavsiyenin hiç de beklendiği gibi sonuçlanmadığı görüldüğünde, Batılı seçkinler kendi insan sermayelerini gereken şekilde geliştirmedikleri ve bireysel girişimciliğin önündeki engelleri kaldırmadıkları gerekçesiyle kurbanları suçlama (yani örtük biçimde Rusya’da oligarkların yükselişinden Rusların kendisini sorumlu tutma) yoluna gittiler. Rusya açısından ülke içindeki sonuçlar korkunçtu. GSYİH dibe vurdu, rublenin hiçbir gücü kalmadı (para vodka şişesi olarak ölçülüyordu), ortalama yaşam süresi dikey düştü, kadınların konumunda muazzam bir düşüş oldu, sosyal refahta ve kamu kuruluşlarında toptan bir çöküş yaşandı, oligark iktidar etrafında bir mafya siyaseti türedi, o kadar ki, 1998’deki borç krizinde, zenginlerin masasından kırıntı dilenmek ve IMF diktatörlüğüne boyun eğmek dışında bir çıkış yolu kalmamıştı. Oligarklar dışındaki halk kesimleri için mutlak bir ekonomik aşağılanma yaşandı. Tüm bunların üstüne, Sovyetler Birliği, halka pek de danışılmaksızın bağımsız cumhuriyetlere parçalandı.
Rusya, ABD’de kırk yılda gerçekleşen sanayisizleşmeyi, iki ya da üç yıl içinde ve çok daha kapsamlı bir biçimde yaşadı ve nüfusu ve ekonomisi küçüldü. Pensilvanya, Ohio ve Orta Batı boyunca yaşanan sanayisizleşmenin, opioid salgınından beyaz üstünlükçülük ve Donald Trump’ı destekleyen zehirli siyasal eğilimlerin yükselişine dek çok kapsamlı toplumsal, siyasal ve ekonomik sonuçları oldu. “Şok tedavisinin” Rus siyasal, kültürel ve ekonomik yaşamı üzerindeki etkisi ise, muhtemelen çok çok daha kötü oldu. Batı, “tarihin (Batı’nın işine gelecek şekilde) sonu” diye zil takıp oynamaktan başka bir şey yapmadı.
Tabi bir de NATO meselesi var. Başta hem savunma hem de işbirliği amacıyla kurulan ittifak, komünizmin yayılmasını engellemek ve Avrupa’daki devletler arası rekabetin askerileşmesini önlemek için kurulmuş savaşçı bir askeri güç haline geldi. İşbirliğine dayalı bir organizasyonel aygıt olarak Avrupa’daki devlet içi çatışmaları yumuşatma açısından az çok işe yaradı (Yunanistan ve Türkiye Kıbrıs konusunu halledememiş olsa da). Avrupa Birliği pratikte çok daha faydalı oldu. Ama Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle birlikte NATO’nun esas amacı ortadan kalkmış oldu. ABD nüfusunun savunma bütçesinden yapılacak büyük kesintiler sayesinde elde edeceği “barış payı” askeri sınai kompleks için ciddi bir tehdit arz ediyordu. Belki de bunun sonucu olarak, NATO’nun saldırgan özü (her zaman var olsa da), Gorbaçev’e Perestroyka’nın ilk yıllarında verilen sözler tutulmayarak, Clinton yıllarında aktif şekilde ön plana çıkarıldı. 1999’da Belgrad’a karşı ABD öncülüğündeki NATO bombardımanı bunun bariz örneğidir (ve Çin elçiliği de kaza mı kasti mi bilinmeyen bir şekilde vurulmuştur).
ABD’nin Sırbistan’ı bombalaması ve daha küçük ulus devletlerinin egemenliğini ihlal eden diğer ABD müdahaleleridir Putin’e bugün yaptıklarını yapabileceğini öğreten. NATO’nun bu yıllar boyunca ortada hiçbir askeri tehdit yokken Rusya sınırına kadar genişlemesi, ABD’de bile güçlü bir şekilde sorgulanmaktadır. Donald Trump, NATO’nun varoluş mantığına dahi saldırmıştır. Muhafazakar bir yorumcu olan Tom Friedman bile, New York Times’a yazdığı yakın tarihli bir yazıda, ABD’nin NATO’nun Doğu Avrupa’ya genişlemek suretiyle Rusya’ya karşı agresif ve provokatif yaklaşımı sonucu son olaylardaki sorumluluğuna işaret etmektedir. 1990’larda, NATO kendisine düşman arayan bir askeri ittifak görüntüsü içindeydi. Rusya’nın gördüğü ekonomik muameleye (bir ekmek sepetiymiş gibi) ve Batı’nın Rusya’nın küresel düzendeki yerini görmezden gelen kibrine öfkelendiği aşikar olan Putin, bugün bu aranan düşman olmayı kabul edecek kadar provoke edildi.
ABD’deki ve Batı’daki siyasi seçkinler, aşağılamanın, dış politikada çoğu zaman uzun süreli felaket etkilere sebep olacak yıkıcı bir yöntem olduğunu anlamış olmalıydılar. Almanya’nın Versay’daki aşağılanması İkinci Dünya Savaşı’na giden süreçte önemli bir rol oynamıştı. 1945 sonrasında bunun Japonya ve Batı Almanya örneklerinde tekrarlanmasını önlemek için Marshall Planı’nı hayata geçiren siyasi seçkinler, Rusya’yı Soğuk Savaş sonrasında (hem aktif şekilde hem de istemeden) aşağılayarak bu hatayı tekrarladılar. Rusya’nın 1990’larda neoliberal çözümler konusunda nutuk çekilmeye değil bir Marshall Planı’na ihtiyacı vardı ve bunu hak ediyordu. Çin’in Batı emperyalizmi tarafından aşağılandığı (ve Japon işgallerinin ve 1930’larda “Nanjing’in ırzına geçilmesi”nin yaşattığı aşağılamaya uzanan) bir buçuk yüzyıllık süreç, günümüz jeopolitik mücadelelerinde belirleyici bir rol oynuyor. Ders basit aslında: aşağılamanın bir bedeli var. Dönüp sizi vuracaktır.
Nasıl ki kırk yıllık sanayisizleşme ve neoliberal emek düşmanlığı Donald Trump’ın eylemlerini ve argümanlarını meşrulaştırmıyorsa, bunlar da Putin’in eylemlerini meşrulaştırmıyor. Ama Ukrayna’daki bu eylemler de sorunun asıl sebebi olan NATO gibi küresel militarizmin kurumlarının yeniden aktifleştirilmesini meşrulaştırmıyor. Avrupa’da devletler arası rekabetin 1945 sonrasında demilitarize edilmesinin gerekli olması gibi, iktidar blokları arası silahlanma yarışlarının da bugün bırakılması ve yerini işbirliğine dayalı güçlü kurumların alması gerekiyor. Hem kapitalist şirketler arasında hem de iktidar blokları arasındaki rekabetin zorlayıcı yasalarına boyun eğmek, bu, büyük sermaye tarafından sonsuz sermaye birikimini destekleyici bir yol olarak görülse bile, gelecekte yaşanacak felaketlere davetiyedir.
Bunun gibi bir zamanda tehlike, tarafların herhangi birinin yapabileceği en küçük muhakeme hatasının, nükleer güçler arasında Rusya’nın bugüne kadar kendisine üstün gelen ABD askeri gücü karşısında kendisininkilere sarılabileceği büyük bir çatışmaya kolaylıkla yükselebilecek olmasıdır. ABD seçkinlerinin 1990’larda hüküm sürdüğü tek kutuplu dünyanın yerini artık çoktan iki kutuplu bir dünya almış durumda. Ama bu değişimden çok daha fazlası ufukta görünüyor.
15 Ocak 2003’te, dünyanın dört bir yanında milyonlarca insan, New York Times’ın küresel kamuoyu görüşünün çarpıcı bir ifadesi olarak kabul ettiği bir tablo yaratacak şekilde, savaş tehdidine karşı sokaklara çıkmıştı. Ne yazık ki bu eylemler savaşı önleyemedi ve ardından dünyanın dört bir yanında yirmi yıllık beyhude ve yıkıcı savaşlar geldi. Ukrayna halkının savaş istemediği açık, Rusya halkı savaş istemiyor, Avrupa halkları savaş istemiyor, Kuzey Amerika halkları bir başka savaş daha istemiyor. Savaş karşıtı halk hareketlerinin yeniden alevlenmesi, savaşa hayır sloganını yeniden yükseltmesi gerekiyor. Halkların her yerde rekabet, zor ve acı çatışmalar yerine barışa ve işbirliğine dayalı yeni bir dünya düzeninin yaratılmasına katılma haklarını savunması gerekiyor.