Geçtiğimiz gün işlenen cinayet sonrasında ortaya çıkan fazla reaksiyon var. Bu reaksiyonlara dair “belki de mafyaydı, ama benim mafyamdı” ifadesi özellikle not edilmelidir. Çünkü, yaygın olarak kabul gördüğüne dair bir anlatı ile ortaya konulan ve benzeri türevleri de olan çok daha derin ve politik bir duruma dair önemli bir ipucudur.
Detaylandırmadan önce Benedict Anderson’un yazdıklarından faydalanmak yerinde olur. Milliyetçilik kuramının en değerli önerilerinden birini yapan Anderson, ulus tanımını yaparken, “hayali cemaatler” ifadesini kullanır. Anderson, Hayali Cemaatler: Milliyetçiliğin kökenleri ve yayılması (Imagined Communities: Reflections on the Origins and Spread of Nationalism) isimli eserinde, “Ulus hayal edilmiş bir siyasal topluluktur aynı zamanda hem egemenlik hem de sınırlılık içkin olacak şekilde hayal edilmiş bir cemaattir” iddiasını ortaya koyar. Bu iddiaya daha yakından bakacak olursak.
En küçük ulusun bile diğer üyelerinin çoğunu tanıyamayacağını, tanışamayacağını, çoğu hakkında fikrinin olamayacağını ancak zihninde bunun varsayımı ile yaşadığından ötürü hayali olduğunu söyler. Ernest Renan’ın deyişiyle özünde, ortak birçok şeye sahip olan ulusun, aynı zamanda hepsinin de pek çok şeyi unutmuş olmasından bahseder.
İkincisi, ulus sınırlı olarak hayal edilmektedir. En kalabalık ya da en büyük coğrafyaya sahip ulusların dahi hayal güçleri coğrafik bir alana sınırlandırılmıştır. Dikenli tellerin yarattığı mitik algının ulusun sınırlarını psikolojik olarak da belirleyen bir boyutu vardır.
Bir diğer unsur ise egemen olduğu varsayımıdır. Fikrin, hanedanlık karşıtlığında halk egemenliğinin birleştirici bir unsuru olarak görülmesi bu açıdan dikkat çekicidir. Ulus, zayıflayan ve aşınan eski imparatorluk rüyasının karşısında, modern bir tavrı temsil eder. Dindar kişi için bile ulus Tanrının muhattabıdır; Papa, Müftü veya benzeri dini liderler bile Tanrıya tabi olduğunu düşündükleri özgürlüklerini, ulusun egemenliği çerçevesi içinde anlarlar.
Son olarak ulus bir topluluk, bir cemaat olarak hayal edilir. Var olan eşitsizlik ve sömürü ilişkileri ne olursa olsun; ulus anlatısında derin ve yatay bir yoldaşlık ilişkisi vardır. Bu yoldaşlık ilişkisi nedeniyle, geçtiğimiz yüzyıl içinde yaşanan “ulus yaratma” süreçlerinde binlerce insanın canını vermekten çekinmedi. Ulus uğruna ölmeye razı olanların ya da birilerini soğuk kanlılıkla katledenlerin dayanak noktası bu yatay yoldaşlık, kardeşlik ilişkiydi. Dört tablet isteyene dört yüz tablet gönderen cömertliğin nasıl oluştuğu, gelirin ve sömürü ilişkilerinin nasıl geliştiği hep birlikte unutularak, bu yoldaşlıktan bahsedenlerin bu bağlamda Anderson’un anlatısına ne kadar uygun olduğu açıktır.
Anderson, yukarıda bahsettiğim bu ulus tanımını 1983 yılında yaptı. Üstünden geçen 39 yıl, Anderson’un tanımının kendi zamanını aşan ve birbiri ile ilişkisi olmayan bir çok duruma uygulanabilir olduğunu göstermesi açısından son derece değerli olduğunu bir kenara bırakalım. Ancak, yazının başında bahsedilen “belki mafyaydı ama benim mafyamdı” ifadesinin de ortaya koyduğu hayali cemaat algısına dair güçlü bir teorik çerçeve oluşturmaktadır.
“Belki de mafyaydı ama benim mafyam” diyerek özetlenen reaksiyon bir taraftan yatay yoldaşlık ilişkisini ortaya koyarken; diğer tarafta “ben” veya “biz” arasındaki geçişkenlikle aslında hayali bir cemaat içinde benden/bizden olanların alanı kapsayıcılığında ele alınan ve bu yüzden Renan’ın dediği gibi sadece ortaklaşarak unutma değil aynı zamanda “ortaklaşarak unutma” eğiliminin de ortaya konulduğu bir durumu ortaya çıkarmaktadır.
Bu bağlamda ben/biz tanımı içinde Kıbrıs adasında yaşayan, Türkçe dilini konuşan, adanın kuzeyinin sınırlarında egemenlik icra etmeye çalışan Kıbrıslı Türk milliyetçiliğinin yarattığı bir efsaneye benzetilmekte; esasen katledilen insanın ve geçmişinin üzerinden bir Kıbrıslı Türk kimliği inşa edilmektedir.
Ortaya konulan bu karşıt milliyetçilik, Türk milliyetçiliği ile Kıbrıslı Helen milliyetçiliğinin her ikisine de karşı olan bir anlatıdır. Taraf olanın ideolojik angajmanına göre “benim mafyam”; egemen olunan kuzey Kıbrıs coğrafyasında, toplumsallaştırılarak özgün bir kimlik projesinin merkezi bir yapı taşı haline getiriliyor.
Doğrusu, milliyetçilerin sadece zaferlerle değil; yenilgilerle de kendini kurması yeni bir şey değildir. Sırp milliyetçiliğinin kökeninin kaybedilen Kosova Savaşı üzerine bina edilmesi, Kıbrıs’ta Kıbrıslı Helen milliyetçiliğinin de 1974’de yaşanan kayıpların ve Unutmayacağız (Den Xehno) söylemi içinde oluşturulması, Baf ve Leymosun göçmeni Kıbrıslı Türklerin geçmişe dönük kayıp cennet güzellemeleri, Grivas’ın faşist bir katil, Cumhuriyete darbe yapanlarla çalışan bir figür olmasına rağmen Kıbrıs Cumhuriyeti’nin iktidar partisi tarafından her yıl anılması ve milli kimlik içinde kahraman olarak yer bulmasına kadar birçok unsur buna örnek gösterilebilir. Aslında, milli kimliğin kendini var edeceği unsurların sadece zaferler, aristokratlar ve üst düzey burjuvanın başarıları üzerinden kendini var etmediğinin çarpıcı bir örneğidir.
Temelde, milli bir kimlik yaratmak ve bu kimliği zenginleştirecek öğelerle bir anlayış icat ederek, güç unsuruna dönüşmek ilk kez olmuş bir durum değildir. Türk milliyetçiliği ile sınırlarını da çizme ihtiyacı duyan Kıbrıslı Türk milliyetçiliğinin bu türünü, garipsenmesi ise aynı şahsın Kıbrıslı Türk milliyetçilerinin uluslararası bir kabul görmesini engelleyecek olan politikalarla oluşturduğu içkin tutumdur. Daha açık söyleyecek olursam, Kıbrıslı Türk milliyetçiliği ile özgün bir Kıbrıslılık kimlik inşaası gerçekleştirilirken; bu kimlik inşa süreci için kahramanlaştırılan kişinin dahil olduğu politik alanının adadaki Kıbrıslı Türk kimliğinin gelişmesinin önünde engel olan kurumsal, ekonomik ve siyasi alanlar içinde güçlü bir rol üstlenmiş olmasıdır.
Bu noktada milliyetçiliğin bir ideoloji biçimi olduğunu unutup, onun sadece antropolojik bir meseleden ibaret görenlerin – sebepleri ne olursa olsun- sosyal olarak yarattıkları kimliğin, politik olarak yok olmaya mahkum bir çıkmazda kaldıkları gerçeğini göz ardı etmesi enteresan bir hal almaktadır. Kendi var oluşunu, kendi varoluşunu yok sayacak bir mekanizma üzerinden oluşturmak nereden baksanız gariptir. Bu anlamda, özellikle Kıbrıs adasının tümü üzerinde birleşik bir gelecek kurmayı temel bir ideolojik varoluş noktası olarak gören, ekonomik, sosyal veya siyasi olarak Kıbrıs’ta çözüm politikalarının uygulanmasının gerekliliği ile kendini var eden kesimlerin, eş zamanlı olarak yok olacak diye kaygı duyduğu “hayali cemaatin” var oluşunun düz bir maddiyat ve hayırseverlik ilişkisine indirgemiş olması Kıbrıslı türk milliyetçiliğinin güncel halinin en zayıf noktası olabilir. Tabi ki, bu popülist dalgaya karşı, akla vicdana ve hukuka uygun argüman yaratamayan sol – muhalif kesimin sessizliği de bir o kadar sorunludur. Milliyetçilik ötesi bir çözüm kurgulamak yerine milli bir uzlaşı olarak Kıbrıs sorununu çözme zihniyetini içselleştiren solun da bizleri getirdiği nokta budur.
Konuya bu bağlamda bakınca, milliyetçi körlüğün gerçekleşen cinayeti sağlıklı bir biçimde anlamlandıramaması sonucu da ortaya çıkmaktadır. Toplumsal reaksiyonların biçimlerinin tümünü anlamamız zor olsa da; sosyal, ekonomik ve siyasi olarak dışarıdan gelen müdahalelerin yarattığı hoşnutsuzluğun Kıbrıslı Türk milliyetçiliği sınırlarında ifadelendirilmesi enteresandır. Buradaki esas mesele Türkiye ile Kıbrıs’ın kuzeyi arasında kurulmuş olan ilişki biçimi ve bu biçimin yarattığı koşulların türettiği hoşnutsuzluktur.
Bana göre esas olan, milliyetçi ideolojinin düşünce sisteminin aşabilecek ve tam tersine ada yarısının Türkiye Cumhuriyeti ile kurduğu ilişki biçiminin getirdiği noktayı yeniden inşa edebilecek milliyetçiliği aşkın; ana – yavru edebiyatının ötesinde, yer altındaki derin ilişkilerin ve yer yüzündeki aksak ilişkilerin de alaşağı edilmesine olanak sağlayacak tutarlı bir politik alanın inşasından geçmektedir.
Bunun yolu, Kıbrıs sorunun toplumların arasında yarattığı insan hakları ihlallerinin ulus-ötesi bir anlayışla çözülmesi yaklaşımının merkezi bir değere sahip olduğu kadar, kktc sorununun yarattığı ihlallerin de aynı biçimde ulus ötesi düşünülerek ele alınmasına aranabilir. Bu ise yeraltının ve yer üstünün çekişmesinin yarattığı ilişkiler ağının aklanması değil çok daha kapsamlı bir biçimde yargılanması ile mümkündür.
Konu, gayrimeşru cinayete diye kapanmasın diye birkaç fedainin yargılanması ile kapanmayacak bir meseledir. Tamamen farklı bir nitelikte olmasına rağmen, sonuçları açısından daha önce işlenen bir çok gayri meşru cinayetin milliyetçiliğin Kıbrıs’taki yansımalarının bir yönü olduğunu biliyoruz. Bu açıdan bu olaya dair siyasi hareket noktası konunun milliyetçiliğin ötesinde ele alacak olan ve en azından Türk milliyetçilik(ler)inin ve Türkiye devletinin yakın dönem tarihi ile ciddi ciddi yüzleşmesini de gerekli kılacak bir süreci gerekli kılmaktadır.
Esas soru ise siyasi partilerin yaşanan olayı milliyetçilik ötesinden ele alarak Türkiye ile ilişkilerini tanımlama cesaretine sahip olup olmadığı ile ilgilidir.