Enflasyon artışına karşı uygulanacak temel adım faiz artırmaktır. Ancak TC’deki son veriler, artan enflasyona karşı faiz artırımı etki etmediğini gösteriyor.
Bunun arkasında ağırlıkla merkez bankası başkanı değişikliği ile ortaya çıkan piyasa hareketlerini bağlayabiliriz. Ancak bu iddia tek başına yeterli değildir. TCMB parasal istikrarı sağlarken, ulusal imajı olduğu gibi dönüştürecek güce sahip değildir.
Paranın faiz ile ilişkisi kadar bir de “ederi” vardır. Burada kast edilen politik hassasiyetlerle ifade ettiğimiz konulardır ve üretim ilişkilerinden ötesinde algısal bir meseledir. Yani Merkez Bankası tercihlerinin ötesinde ülkenize olan güveni temsil eder.
AKP’nin iktidara geldiği döneme geri dönelim. 2001 krizini tetikleyen mesele ülkenin zirvesinde bir çatlağın oluşmasıydı. Oluşan çatlak, bankacılık sektörünü etkiledi, kısa süre sonra Kemal Derviş, ülkeyi yeniden seçime taşıyacak zamana kadar reformları üstlendi. 2001 krizi Kemal Derviş’in kurduğu, AKP’nin ise devam ettirdiği bir ekonomik ve politik paradigmaya dayanıyordu.
Tahmin edilebilir, denetlenebilir demokratik sistem üzerine bina Türkiye hedefi vardı. Yüzü, Batıya dönük, hedefi AB üyesi olmak olan Türkiye Cumhuriyeti Kemalist ve İslamcı elitlerin rızasını almıştı.
Geçen 20 sene bize Kemal Derviş’in hayalinin gerçekleşmekten çok uzak olduğunu gösteriyor. 2001 krizi sonrası Türkiye Cumhuriyeti, 2021 yılında artık bilinmezliklerle dolu yeni bir sistem deneyimliyor.
Piyasa ise bu bilinmezliklerden kaynaklı riskleri uygun bir biçimde değerlendiriyor. Başkanlık sistemi devreye girdiğinden beri kurlardaki oynaklık, zedelenmiş güveni temsil ediyor. Herkesle kavgaya tutuşmaya hazır, yeni Türkiye’nin, dostluklarını yeniden tanımlayarak dünyadaki yerini bulacağu güne kadar da paranın değerini koruyarak, TC’nin ekonomik istikrarını kavuşması görece uzak bir ihtimal olarak görülüyor.
Türkiye iktidarı, sistemi yerli ve milli ekonomik bir düzen olarak hayal etmek istiyor. Bunun için emeğin ucuza mal edildiği, ağırlıkla son teknolojiye erişememiş ama yüksek sömürü ile farkı kapatmış bir modeli savunuyor. Kurların düşük olması ihracat gücüne olumlu etki yaparken, Anadolu Kaplanlarının da iktidarın yanında kalmasına olanak sağlıyor. Anadolu Kaplanları, sadece apolitik bir sermaye gücü değil. Aynı zamanda iktidarın ortağı, partinin örgütlenme alanlarını temsil ediyor. Bu bağlamda da siyasi bir ağırlığa sahip, aktif siyasi öğeler olarak dikkat çekiyor. Bu kesim için Avrupa Birliği bir hedef değil, çünkü aşırı sömürmeye dayalı üretim biçimi, temel olarak haklara karşı çıkmaktadır. Yaratılan model temel olarak asimetrik bir rekabet ortamında kazançlı çıkmakla ilgili bir yaklaşımdır. Aşırı emek, doğa, iklim sömürüsüne dayalı çözümlerle sadece ülke insanına değil, gezegene de zarar vererek büyüyecek bir ekonomik modelin önünde hak ihlalleri kadar, ekosisteme karşı işlenen suçlar da önemli bir yer tutuyor.
Biden’in ABD Başkanı olduktan sonra ilk yaptığı hamleler arasında olan Paris Antlaşmasına geri dönüş bu anlamda Türkiye için de önemli bir noktayı temsil ediyor. Çünkü insan hak ve ihlalleri kadar, iklime yapılan ihlallerle de yeni ekonomik paradigmasının risklerinin yükseleceği noktası ortaya çıkıyor.
Avrupa’nın eşiğinde Türkiye Cumhuriyeti, AKP’nin işte bu yerli ve milli ekonomik rüyasında gün geçtikçe, geleceğe hazır olamayan bir yapılanma ile karşımıza çıkıyor.
Tarihin tınısı kulaklarımızda kendini hissettiriyor. Osmanlı’da matbaaya olan direnç bir imparatorluğun çağı yakalayamamasında mihenk taşı olarak bilinir. O zamanki tutum, yüzyıl sonra bir çöküşün habercisiydi. Bugün de buna benzer, radikal teknolojilere dönük tutumlar birşeyler yapılmazsa Türkiye Cumhuriyetinin çok daha yakın bir zamanda büyük sorunlar yaşayacağını gösteriyor. Kripto parayı düzenlemek, sosyal medya sansürü, küresel bağlantıları kısıtlayan interneti kısıtlayıcı davranışlar, teknolojinin güncel uygulamalarına karşı eğitim sisteminin adapte edilmemesi gibi gelişmeler ilk anda akla gelen unsurları temsil ediyor. Bununla beraber sosyal, kültürel, etnik eşitsizlikler de tüm bu kaygıların katmerlenmesine neden oluyor.
Hal böyleyken, çağa tutunamayan bir sosyo-politik düzenin, yeni olarak sunulacak olmasının yarattığı ağırlık, deneyimlenen ekonomik krizin de sosyolojik temelini oluşturuyor.
Öyle ki, ekonomik faaliyetlerin kanseri olan enflasyona karşı, faiz aracıyla direnç yaratmak mümkün olmuyor.
Merkez Bankası başkanının bir de geleneğin dışında olan yaklaşımlarını hesaba katarsak, bu durumdan ötürü, suçlunun yüksek faizlerin ilan edileceği kaçınılmaz. Hal böyle olunca, yoksullaşma sarmalında, daha fazla öngörülemeyen bir ülke yaratılırken, enflasyon sorununun çözümünde etkisi azalan faiz politikasının bir süre daha baskı altına alınacağı bir durumun kaçınılmaz olduğu görülüyor.
Hal böyle olunca bir süre baskı altına alınacak faiz, daha sonra çok daha yüksek bir seviyeye fırlayabilir. Ekonomik ve siyasi krizin faturasını halk öderken, siyasi iklimin de dönüşeceği açık bir biçimde karşımıza çıkmaktadır.
Erdoğan ve AKP’den doğan boşluğu kaç siyasetçi ve kaç siyasi parti doldurabilir bilinmez. Ancak, Erdoğan’ın iktidarda kalmak için sertleşeceği, ülkesinin ise daha fazla yoksullaşarak kutuplaşacağı bir sürecin göbeğindeyiz.
Merkez Bankası’nın önümüzdeki günlerde vereceği kararlar da bu pencereden ele alırken, faizin uygun politik iklim olmadığında etkinliğinin tartışılmasında sorumluluğun faiz politikasında değil, politik iklimdeki aksaklıklarda aranması gerektiği anlaşılmalıdır.