Ersin Tatar sonrasında Kıbrıs Türk liderliği, Kıbrıs sorununa dair yeni bir dil yaratma çabası içindedir. Bu yeni dil yaratma çabası içinde dikkat çeken bir unsur, iki toplumlu komiteler yerine “iki taraflı” komiteler tanımını kullanılmasıdır.
Muhtemelen, egemen eşitlik kavramı içerisinde bir yaklaşım ortaya koyarak, Kıbrıslıtürk tarafı ile Kıbrıslırum tarafı arasında bir işbirliği alanı olarak formülize edilme niyetiyle ortaya konulan bu yaklaşımı teorik olarak ele almakta fayda vardır. Çünkü, Tatar ve ekibi farkında olmadan Kıbrıs sorununa dair ortaya konulan sorunlu bir dili, aslında görece daha sağlıklı bir noktaya çekmiştir. Üstelik, niyetleri bu olmamasına rağmen…
Hepimizin bildiği gibi, Kıbrıs sorunundaki hukuki anlamda temel kavram karmaşalarından biri Kıbrıs halkı tanımının altında yer alan oluşturucu öznelerin (etnisitelerin) oluşturucu unsurlar olduğu yaklaşımının ele alınış biçimi ile ilgilidir.
Türk milliyetçileri için Kıbrıslıtürkler bir halktır ve bu halkın kendi kaderini belirleme hakkı vardır. Oysa ki, uluslararası hukuk, Kıbrıs adası üzerindeki egemenlik icraasını, dekolonizasyon süreci içinde oluşturmuş ve Britanya sömürgesi olan Kıbrıs adasını oluşturan etnik toplulukların tümüne Kıbrıs halkı diyerek, onların anayasal işbirliklerini Kıbrıs Cumhuriyeti anayasası altında oluşturmuştur.
Her bir etnik topluluğun ayrı egemenlik hakkı olmadığı Uluslararası Adalet Divanınca farklı örneklerde ele alınmıştır. Bu bağlamda Kıbrıs adasında sakin iki büyük topluluğun egemenliği, kendi arasında bölüştüğü bir ortaklık devleti üzerinden oluşturulmuştur. Egemenliğin kaynağı Kıbrıslı toplulukların ortak iradesi üzerinde oluşmaktadır.
1963 sonrası yaşanan süreçler, 1974’deki askeri gelişmeler sonrasında adanın coğrafi olarak bölünmesi sonrasında ise Kıbrıs sorunu iki tarafın etnik milliyetçi diline hapsolmuştur.
Kıbrıslırum toplumunda 74 sonrasında Yeni Kıbrıs Derneği bünyesinde, Kıbrıslılık kimliği yeniden tanımlanmaya çalışılmıştır. Ancak, yaşanan onca olaydan sonra Kıbrıslılık üzerinden oluşturulacak uzlaşı talepleri bugüne kadar istenilen sonucu verememiştir.
Buna rağmen, 1968’de görüşmelerin başladığı etnik milliyetçi dil toplumlararası ilişkilere damgasını vurmuştur. İki toplumluculuk (Bi-communalism) olarak nitelendirebileceğimiz kapsayıcı bir dil ortaya konulmaya çalışılsa da; zamanın ruhunun gerisinde kalarak belli kesimleri dahil edilemeyeceği durumlar yaratılmıştır.
Kıbrıs’ın herhangi bir tarafında yaşayan göçmenlerin, Kıbrıs Cumhuriyeti vatandaşı olsun yada olmasın, Kıbrıs adasının kuzeyinde veya güneyinde yaşayan insanların insan hak ve özgürlükleri miliyetçi paradigma içinde kendine yer edinememiştir. Öz hakiki Kıbrıslı kaygısı ile hareket etmeye çalışan sol yapılanmalar, özellikle emekçi iş gücü ile kendi söz ve eylemini buluşturmakta zorluklar yaşamıştır.
Benzeri bir biçimde Ermeni, Maronit, Latin toplulukları, resmi olarak azınlık olarak kabul edilseler de süregiden müzakerelerde azınlık hakları konusunda da kapsayıcı bir dil maalesef bulunamamıştır. Azınlıkları Kıbrıs’taki dominant etnik kimlik içinde eritmek, asimilasyoncu bir yaklaşım olarak devam etmiş, temel olarak iki toplumluluk kavramı içinde ötekiler görünmez hale getirilmiştir.
Yıllar önce Occupy Buffer Zone hareketinden birkaç arkadaşın yolu Londraya düştüğünde, bir grup Kıbrıslırum ve Kıbrıslıtürk bir araya geldiğimizde, bahsi geçen iki toplumlulk yaklaşımından rahatsızlığımızı dile getirmiş, kendimizce bicommunal kelimesi yerine inter-communal (toplumlar-arası) vurgusunun daha sağlıklı olduğuna karar vermiştik.
Egemenlik teorilerinin aksine Kıbrıs adasını yurt bilmiş, ada sakinleri olarak, yurttaşı olduğumuz veya çeşitli nedenlerle olamadığımız siyasi iradelerin katı etnik çizgilerle kurmayı tercih ettikleri iki etnik unsur kimliğinin ikisinde de kendimizi ifade edemediğimiz ancak bunları dışlayarak değil bunların ötesinde olan ve etnik olmayan kurucu bir irade olabileceğinin ayırdına varmıştık.
Yıllar sonra, AP seçimlerinde bu iki toplumluluk yaklaşımının ötesinde, Kıbrıs adasının geleceğinde kendi kendini bir arada gören yurttaşlar olarak, ilk kez karma listelere Kıbrıslılar olarak oy vermiştik. İlk denemede herhangi biri kazanmamış ancak kayda değer bir katılım olmuştu. Özellikle AKEL listesinde Niyazi Kızılyürek’in yer alması, Kıbrıslırum ve Kıbrıslıtürklerin organize bir biçimde ve belirleyici bir oy ile bir kişinin seçtirilmesini mümkün kılmış, iki toplumluluk söylencesinin ötesinde bir başka toplumun, üçüncü toplumun olduğu da ortaya çıkmıştı.
Üstelik bu topluluklar, her ne kadar da yeteri kadar örgütlenmiş olmasa, geleneksel siyasi bağları nedeniyle kendi toplumlarını temsil eden siyasi partilere angaje olmuş olsalar da, belirleyici zamanlarda birbirlerinin acısını ve mutluluğunu aynı anda paylaşabilmektedir.
Geçtiğimiz hafta, Kıbrıs’ın güneyinde Yeter! diyerek sokaklara dökülen farklı siyasi fraksiyonlardan yurttaşların pankartlarında Türkçe ve Helence, “Sağlık, Dayanışma, Direniş” ile yürümesi, kuzeyde sakin yüzlerce kişinin yaralanan Anastasia’ya taziye mesajları gönderirken, polis şiddetini kınayarak “faşizme karşı omuz omuza” diye yeşil hattı aşan mesajlar göndermesi bunların en bariz örneğidir.
Kıbrıs adasında Türk ve Helen milliyetçilerin gasp ettiği, Kıbrıs’ın geleceğinin belirlenmesine yönelik iradenin sadece dominant etnisite unsurları üzerinden kurulamayacağı açıktır.
Buna rağmen ada sakinlerinin birbirileri ile dostane ilişkilerini sürdürmek istediği, acıların üzerinden bayram yapmak istemeyen önemli bir kesim olduğu da açıktır. Kendini Türk, Kıbrıslıtürk, Helen, Kıbrıslıhelen kimliklerinin ötesinde kurgulayanlar olduğu da ortadadır.
Bunlar artık sadece devrimci sloganlar değil, kapılar açıldığından beri birbiri ile yeyip içen, eğitim gören, birbirlerine aşık olan, kaybolduğunda birbirine yardım eden, öbür tarafta telefonu çekmediğinde iki dakika telefonunu kullanabilir miyim diyen sıradan insanların deneyimleridir.
Uluslararası toplumun Kıbrıs konusundaki gelişmelere rağmen, Kıbrıs adasının her bir yanında olup biteni anlaması ve kavrayabilmesi mümkün değildir. Bu yüzden de iki-toplumluluk vurgusu ilişkileri anlamak ve anlamlandırmak için yeterli değildir. Adanın kuzeyde ve güneyde ikamet eden sakinlerinin birbirini anlaması önemlidir. Kuzeyde ikamet eden Kıbrıslı Türk etnik unsuru ile Güneyde ikamet eden Kıbrıslı Rum etnik unsuru ile sınırlı olmayan çok daha geniş kimliklerin birlikteliği gündelik hayatı oluşturmaktadır.
Covid19 nedeniyle, güneyde çalışan emekçilerin durumu ortadadır. Kuzeydeki sevgilisinde kaldığı için hüküm giyen Kıbrıslırum ortadadır. Bunların yanında, güneyden adaya girip kuzeye geçen, kuzeyden adaya girip güneye geçen başka ülke vatandaşları da vardır. Bu kişilerin hakları adadaki etnik unsurların haklarından daha az değildir.
İnsan hakları çerçevesinde düşündüğümüzde, uluslararası toplumun ezbere uyumlaşarak oluşturduğu iki toplumluluk yaklaşımı, hak ihlallerine engel olması gerekirken, meseleyi etnik-milliyetçi bakış ile yaklaşıp, etnik milliyetçiliğe hapsolduğundan ötürü çare üretmekte yetersiz kalmaktadır.
Tabii ki, Tatar ve ekibinin iki taraflı vurgusundaki niyet kendilerince “egemen eşitlik” iddiasını perçinlemek olabilir. Ancak, belki de farkında olmadıkları nokta, iki taraflı (two-party) iddiasını vurguladıkları noktada artık taraf olarak sadece temsil ettikleri etnik unsuru değil, taraf olarak kabul ettikleri alandaki tüm insanların hak ve özgürlüklerini tanımak, bunlara dair sorumluluklara ortak olmaktan geçmektedir.
Maronitlerin köyü artık karşıdan gelen taleplere göre çözümlenecek bir işbirliği alanı değildir, artık taraf olarak kendilerinin masaya getirmesi gereken bir meseledir. Kendi hatalarının kabuluyle yola çıkılmalıdır.
İnsancıl meselelerle ilgili, kuzeyde sakin Kıbrıslırumların veya kuzeye seyahat eden Kıbrıslırumların meselelerini artık ötekinin değil kendilerinin meseleleri gibi ele alma sorumlulukları da vardır. Güvenlik adına konuşurken, artık sadece Kıbrıslıtürklerin güvenlik kaygıları değil, adanın kuzeyinde var olan her bir insanın güvenlik kaygıları da ele alınabilmelidir.
Taraf olarak edindikleri pozisyonun teknik çözümlemeleri de kendi uhdelerinde olduğunu iddia ediyorlarsa, konuyu etnik bir yaklaşımla değil evrensel bir yaklaşımla ele almaları gerekmektedir.
Tabii ki, Tatar ve ekibinin konuyu bu şekilde anlamasının mümkün olması beklenemez ama yeni iddialar yeni yükümlülükler de getirmektedir. Bu noktada, kim bilir belki de taraf olarak ortaya konulan bu iddia, bir anda iki toplumluluğa dönüşerek, etnik pencereye hapsolan yaklaşımlarla yola devam etmeye rıza göstermeyi tercih edebilirler.
Ancak, Tatar ve ekibinin farkında olmadan ortaya koyduğu bu iki taraflı teknik komite meselesini soldan ele almakta yarar olabilir.
Nihayetinde, amatörlüğün sağladığı avantajları, adanın tümünün geleceğini birlikte görenlerce faydalanması bu koşullarda olumsuz bir adım olmaz. Ne dersiniz?