Ne garip… Aslında istisnalar hariç hepimiz, soyutlama becerisine sahip bir ‘akıl’la doğuyoruz. Ancak yarattığımız uygarlığın varlığını sürdürebilmesi, adeta bu becerinin yok edilmesine dayalı.
Yetişkin olana dek, sadece insana özgü bu değerli becerinin iğdiş edildiği ‘eğitim yuvaları’ndan geçiyor, ‘kutsal aile’lerde büyüyor ve kitle iletişim araçlarının bombardımanına gark oluyoruz.
Yetişkin olduğumuzda da, maalesef genelin makus kaderi bu, aklımızın soyutlama becerisini hiç kullanamadan kaybetmiş oluyoruz.
Tabii bu kaçınılmaz bir son değil. Fark edildiği anda durumu evriltme; dış dünyadaki olgu ve olayları gerçeklere dayalı sebep sonuç ilişkileri bağlamında, soyutlama becerisine sahip aklımızla değerlendirmeye muktediriz.
Bu fark ediş toplumsal bir dönüşüme kısa vadede yol açmasa da, bireysel bir dönüşüm yaratacağı muhakkak. Bu az şey değil…
Eklemek gerekir ki; bu fark ediş tek başına, gerçeklere dayalı sonuçlar üretebilmeye yetmiyor. Çünkü akıl, kendisini nedensellik ilişkilerinden uzaklaştıran duygularla da baş etmek durumunda. Elbette aklın duygulardan tamamen azade edilmesi, bu işi yapmaya niyetliler için bile kolay bir iş değil. Ancak akıl tamamen duyguların eline bırakıldıysa; duyan, konuşan, kavrayan, tepki veren, etkilenen, ikna olan, seçen, beğenen vs. sadece duygularla bezeli bir akıldır. Aklı sadece duygularla bezeli bir bireyi ikna etmek yahut etkilemek için hitap edilecek alan da, öncelikle o bireyin duygularıdır.
Hitap edilecek alanı duygularına bırakmış bireyler, baş edilmesi gereken bir duygu durumu içindeyseler, o duygu durumuna iyi gelecek sözlere, hikayelere zorlanmadan itibar ederler. Hatta bu hikayelere meylederler.
En çok hikaye anlatan, duygulara en çok hitap edenler ‘kazanır’.
Kapital’de Marx’ın Horatius’dan alıntıladığı “anlatılan senin hikayendir” cümlesi Horatius’un özgün metninde anlam kazanır. Özgün metin şöyledir: Ne gülüyorsun? İsimleri değiştir hele, anlatılan senin hikâyendir.” Buradaki “Ne gülüyorsun”, bir ihtar niteliğindedir. Hikayenin bizimle de ilgili olduğuna işaret eder.
İşte o hikayelerin anlatıcısı olmak da, kahramanlarından biri olmak da, dinleyicisi olmak da, “bana hikaye anlatma” demek de elimizdedir.
Şüphesiz, ‘bana hikaye anlatma’ diyebilmek, önce hikaye tespiti yapmayı, sonra da insana yakışan iradi bir tavırla, bu hikayenin dışında konumlanmayı gerektirir.
Bundan üç yıl önce, 22 Ocak saldırılarının ardından, meselenin yargıcı, döneme ilişkin yaşananları, ki onlar katışıksız gerçeklerdi, hiç eğip bükmeden anlattı.
Ya dışında olacaktı çemberin, ya da dışında…
Belli ki kendisi içinde, kafası da dışındaydı…
Her akşam kederlenip içmek yerine ‘insan’a yakışanı yaptı ve istifa etti.
“Bana hikaye anlatma” diyebilenlerden oldu.
Yasama ve yürütme hikayesi zaten hikaye ifşasına ihtiyaç duymuyordu. Ancak bu istifa, ilk kez, Kıbrıs’ın kuzeyindeki o ağdalı yargı hikayesini gözler önüne sermiştir. Onur da, erdem de, bu eski yargıcın, bu ‘insan’ın ellerindedir.