Türkiye, Kıbrıslılar için birçok anlam ifade etmektedir. Bunun olumlu karşılığı kadar olumsuz karşılığı da vardır. Sosyal, kültürel, ekonomik, eğitim gibi birçok konuda Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları ile ada insanları arası ilişki çok yoğun yaşanmaktadır. Ancak bu yoğunluk kimi zaman kimlik inşa süreçlerindeki hastalıklı noktalara dokunmaktadır.
Kıbrıs’ı yurt olarak gören biri için, Türkiye Cumhuriyeti’nin Kıbrıs politikaları temelden sorunludur. Öncelikle geleneksel yaklaşım Kıbrıslıtürklerin yurt hakkına saygı duymaz. Yurdunun büyümeyen bir bebek olarak kabul edilmesini anlamak zorunda bırakılmasından rahatsızdır. Rahatsızlığını dile getirilmesinin “biz sizi kurtardık” dayatmasının aşağılayıcı bir mesaj verdiğini unutmaz. Bu yüzden de Kıbrıs’ı yurt olarak benimseyen insanlar için göç etmek, yani yurdundan edilmek kadar sıradan bir durum yoktur. Kendi yurdunda var olma arzusunun kısıtlandığı her bir insan, yaşadığı coğrafya neresi olursa olsun yurtsuzdur ve yurtsuz bırakılma insanlığa karşı işlenmiş bir suçtur. Türkiye’nin kendine süper güçler yüklemesi bu durumu değiştirmez. Öznesi Kıbrıslı, Suriyeli veya Iraklı olmaksızın durum aynıdır; benzer bir dil, din ya da kültürel hafızaya sahip olmak sonucu değiştirmeyecektir. Gasp edilen yurt hakkı Kıbrıslıtürklerin deneyimlediği ağır bir travmadır.
Bu travmanın etkisiyle Kıbrıs adasının kuzeyinin sakinleri, kolektif bir histeri yaşıyor. Bilinçli ya da bilinçsiz olarak içselleştirdikleri ve “kuzey kıbrıs türk cumhuriyeti” ismini verdikleri yapılanmanın bir mitten ibaret olduğu bariz bir biçimde ortaya çıkıyor. Yıllardır yalancı peygamber muamelesi yaptıkları eleştirel yaklaşımların gerçeği çıplak olarak ifade etmesine kulak tıkayanlar, bütünlüklü resmi ızdırap çekerek hazmetmeye çalışıyorlar. Hiçbir anlam ifade etmeyen milliyetçi bir gürültü ile boşluğu doldurup, kendilerini aklamaya çalışıyorlar ancak nafile; pamuk ipliğine bağlı çıkar ilişkisi en derin noktalarından çatırdıyor.
Kıbrıslıtürkler, İngiliz kolonyalizminden ödünç aldıkları yasal çerçeveyi, Türk kolonyalizminin ulvi çıkarlarına endekslemekten başka bir işe yaramayan parlamentosu, yetkilendirilmiş bakanlar kurulu ve yapılanmanın içinde görevlendirilmiş her bir ödenekli personelin birleştirilmiş basiretsizliğinin halının altına süpürerek bugüne geldi. Tonlarca yanlış çözümlemenin sonucunda bir gün hiç beklenmedik bir yerden çıkan COVID-19 krizi ile birlikte herkes bu kokuşmuş enkazdan kendini kurtarma derdine girmiştir. Bu kolektif başarısızlığın yarattığı yapısal sorunların sağlıktaki yansıması karşımızda bir mıh gibi duruyor. Ancak mesele sadece sağlıkla sınırlı değildir, çok daha derinlerdedir.
Uzun süredir, kutsanmış bir kalıp olarak sunulan neoliberal iktisadi anlayış örgüsü içinde zayıflatılan sosyal haklar, özelleştirilen sağlık hizmetleri, bir masraf unsuru olarak görülen altyapı yatırımları, COVID-19’un darbesi ile sonuçlarının öngörülmesi imkansız bir kriz yarattı. Herkesin kendi gemisini kurtarmayı denediği noktada, Kıbrıs’ın kuzeyindeki iktidar uzun zamandan sonra ilk kez kendi geleceğini kendisi karar verme fırsatına sahipti.
Neoliberal iktisadi düzenin iklim krizi ile birlikte deneyimlediği en büyük piyasa başarısızlığı olan COVID19 meselesini Kıbrıs’ın kuzeyindeki hakim gruplar çözümü öteleyerek zaman kazanmakta buldu. Bir iktidar projesi olarak değil, sosyal medyada ne istediğini açıkça beyan eden yurttaşların ortak kararı olarak ortaya çıkan COVID19 krizinde iktidar talepleri uygulamak zorunda kaldı.
Birinci dalgada, kapanma politikaları uygulayıp, piyasada oluşan dengeyi alt üst ederken; kısa sürede kontrol altına aldığı sağlık krizi, erken müdahalenin ne kadar önemli bir karar olduğunu gösterdi. Yapılan bu karar doğrultusundaki hareketin tek başına bir anlam ifade etmeyeceği, küresel olarak ortaya çıkan krizi tek başına bir coğrafyada çözmenin mümkün olmadığı en başından söylendi. Piyasa dengesinin bozulmasının acil kaynak ihtiyacı yaratacağı, bu yüzden de uluslararası finansa erişimin önünün kapalı olması bir risk unsuru olduğu söylendi. Bankaların öz varlıklarının kamusal olarak harcanmasından, servet vergisine kadar çeşitli çözüm önerileri dile getirildi. Var olanın daha adil bölüşülmesi ve ortak bir dayanışma sürecinin ortaya çıkmasına yönelik düşünceler tartışıldı. Çözümsüzlüğün, yok edici hali o kadar yaraladı ki, bir noktada akademisyenlerle muhtarlar Dünya sağlık örgütü istatistiklerine arka kapıdan giriş toplantıları yaptı. Hiçbir sonuç alınamadı.
Ancak birinci aşamanın hemen ardına sermayenin kar motivasyonunun körlüğü de ortaya çıktı. Küresel olarak turizm ve ulaşım endüstrilerinin sonunun geldiği evrensel olarak çıkarılan ilk sonuçlardan biri olmasına rağmen, karını maksimize etmek istemekten başka bir öngörüye sahip olmayan ve kendinden başka kimseyi düşünmeyen anlayış; kendi kendini yok etmeye karar verdi. Hakim unsurlar ise bu karara karşı gelmedi. Krizi, insan merkezli yönetmek yerine ada sakini hiçbir bireyin hayatına zerre faydası olmadığını bile bile, biat ederek çözmeye karar verildi.
“Aynı gemide” olduğumuzu söyleyenler, geminin bir kısmının su almasına göz yumdu. Militarist bir “savaş” benzetmesi yapanlar; savaşı kazanmak için cephede yarıkların olmasına izin verdi. “Düşman” olarak nitelendirilen COVID-19 virüsünün, sızmasına izin verdi. Üstelik bunu küresel olarak pandemi ile mücadelede doğru bilgi vermediği kabul edilen, hiçbir önlem almayarak binlerce kişinin salgından olumsuz etkilenmesine neden olduğu düşünülen Türkiye ile el ele yapıldı.
Kıbrıslıtürkler ile Türkiye arasındaki biat ilişkisi yeni değildir. 1974 yılından 2020 yılına kadar Kıbrıslıtürkler, Türkiye’nin Akdeniz’deki jeopolitik çıkarları için bir dayanak noktasıydı. Kıbrıslıtürklerin hakları üzerinden kendi etki alanını var etmeye çalıştığı bilinmekteydi. Ancak bu esaretin bedeli, sosyoekonomik bir denge çerçevesinde sunulmakta; hayatını sağlıklı bir biçimde adanın kuzeyinde sürdürme hakkını sağlamaktaydı. Her ne kadar Türkiye “adada tek Kıbrıslıtürk kalmasa dahi Kıbrıs’taki çıkarların devam edeceğini” ifade etmiş olsa da; Kıbrıslıtürkler, adanın kuzeyinde Türkiye’nin askeri varlığının gölgesinde yaşamayı 1963-1974 arasında yaşadıkları varoluşsal travmaya karşı bir çözüm olarak görmüştür. Türkiye’nin korumasında geçen 46 senede yaşama haklarını yarım bir yurt anlayışı ile kurma yolunu deneyimlemişlerdi. Yasak bölgelerin, askeri bölge girilmezlerin, tankların ve tüfeklerin gölgesinde yaşama hakkının güvencesiyle kendini 3355 kilometre karelik mülteci kampına kapatan Kıbrıslı Türkler, varoluşsal travmalarının sömürüldüğü gerçeği ile karşı karşıya…
Çünkü, 2020 yılında COVID19 salgını yeni bir ilişki biçimi ortaya koymaktadır. Kıbrıs’ta yaşama hakkının güvencesi olduğu kabul edilen Türkiye Cumhuriyeti, COVID-19 salgını ile beraber kendi ülkesinde olağan dışı bir biçimde çözümler sunmayı denedi. Bu çözüm on binlerce Türkiyelinin, henüz çözümü bulunmamış virüse yakalanmasına neden olurken, binlerce kişi hayatını kaybetmesi ile sonuçlandı. Türkiye Cumhuriyeti’ni yönetenler için yurttaşlarının yaşama hakkının korunmasından daha önemli unsurların olduğu karşımıza çıktı.
Türkiye’nin uyguladığı politikaların en iyi uygulama olmadığı ortadadır. Üstelik bunun cevabını uzaklarda aramaya gerek yoktur. Salgının başlangıcında adanın kuzeyindeki insanların öz iradesi zaten daha insancıl adımların mümkün olduğunu kanıtlamıştır. Ancak bu irade sergilenirken, Türkiye Cumhuriyeti’ne biat etmekten başka bir çözümü olmadığına inanan Kıbrıslıtürk hakim sınıfı tarafından yok edilmiştir. Bu bir paradoks mudur yoksa içselleştirilmiş bir naiflik mi sorusu kafamı kemirse de sonuçta, başarı, biat uğruna yok eden bir yönetici sınıf ile karşı karşıyayız. İktidarın devamı yurttaşların iradesine değil, deniz aşırı bir merkezin sözlerine dayandırıldığı onlarca örnekten birini deneyimlemekteyiz.
Oysa ki hepimiz biliyoruz: Biat yaşama hakkımıza karşıdır. Bu durum Kıbrıs adasında hayatını sürdürmek isteyen ve bu adada gelecek kurmak isteyen insanların varoluşsal kaygılarını zirveye çıkarmaktadır. Her gün açıklanan vaka sayılarının 2020 yılında dahi belirlenmemiş nüfusuna oranla dünyada en yoğun günlük COVID vakası yaşayan ülkelerle aynı sınıfa giren, çoğunu ise geçen bu yapılanmanın yetkili olduğu coğrafyada yurt hakkı ve yaşam hakkı, biat uğruna gasp edilmektedir.
Diğer bir taraftan ortaya çıkan koşullar aciz bir durum yaratmaktadır. Sağlık altyapı noksanlığı, hastalığın yayılması panik duygusunu tetiklemektedir. Panik halinin, çözüm arayışı, ana-yavru ezberini zorlarken, bunun üstünlük değil eşitlik arayışı olarak ifade edebilmek çok daha önemli bir hale geliyor. Bu noktada, biat eden ve ettiren arasındaki kendi kendini yok eden ilişkiye, geriye kalanların, dışlananların, ötekileştirilenlerin, görmezden gelinenlerin iradesinin nasıl yansıyacağı çok daha önemli bir hal alıyor.
Bir taraftan Faşist YDP’nin mağduriyet üzerinden ortaya koyduğu pozisyon ile gemi batarken, gemiyi ilk terk edenler aynılığı akılda tutulmalıdır. Diğer taraftan, Kıbrıslıtürklerin ihtiyacı olduğunda kendini Türkiye’deki hastanelerde bulduğu noktası da unutulmamalıdır.
Açıktır ki, YDP faşizmine cevap Kıbrıslılığın üst bir hikaye olarak anlatılması çözüm yaratmayacaktır. YDP faşizmine cevap; millet ve bayrak fetişizmi ile adanın kuzeyinde yaratılan ancak görmezden gelinen kusurlardır. Sorun, vatan, millet denilerek, içi boşaltılan sağlık, eğitim gibi sosyal haklardır. Aynı şekilde, Kıbrıslıtürk sağı ve solundaki hakim sınıfların kktc miti üzerinde geliştirdikleri biat kültürü, kolonyal yönetim ilişkidir.
Siyasi olarak Kıbrıs adasının bir bölümünün, Türkiye Cumhuriyeti tarafından kolonize edilmekte, sağlık gibi yapısal ihtiyaçlarımızın gözetilmediği ortaya çıkmaktadır. Biat, adanın kuzeyinde yaşayanları yok etmektedir. Memleketin bir koloni olarak yönetilmesi, adanın sakinlerince kabul görmüyor olması artık Türkiye tarafından anlaşılmalıdır. Gelinen noktada, Kıbrıs adasını kendine yurt gören her bir birey, adayı kendine yurt görmeyenler tarafından yönetilmekten hoşnut değildir. Bu Türkiye ile Kıbrıs arasında özel bağların olduğu gerçeğini reddetmek değil; bu özel ilişkinin meşru ve makul bir çerçeveye oturtulması gerektiğinin beyanıdır.