1974 yılından sonra ada ikiye ayrıldı. Ayrılmasından hemen önce adanın Cumhurbaşkanı Makarios ölüm tehditleri ile karşılaşıyordu. Atina’da faşist cunta yönetimi Makarios’dan rahatsızdı. Siyasi olarak muktedir bir şahsiyetin katledilmesine karar verildi. Üstelik 74 Temmuz’u katledilmesi niyetiyle yapılan ilk eylem değildi. Ancak son deneme adada yaşayan her birimizin hayatını etkiledi. Sadece anlık bir durum değil, adalıların geleceğini etkiledi. Makarios’a yönelik gerçekleşen darbe, Kıbrıslılar için sonu gelmez bir süreç başlattı.
2001 yılında, UBP Kurultayı’ndan birkaç gün önce, dönemin UBP Genel Başkanı ve Başbakan Derviş Eroğlu’nun Lefkoşa’daki konutunun önünde bomba patladı. Eroğlu konuyu “iş kazası” olarak nitelendirdi.
2004 yılında o dönem kktc Başbakanı olan ve Annan Planı ile kitleler için çok anlam ifade eden Mehmet Ali Talat’a yönelik de bir bombalı saldırı gerçekleştirilmişti. Niyet, Talat’ın öldürülmesi mi gözdağı verilmesi mi bilemedik. Çünkü, Talat bu olayın aydınlatılması ile ilgili etkin bir kovuşturma yapmadı. Mesele hasıraltı edildi.
Kurulduğundan beri Afrika Gazetesi, çeşitli saldırılar ile karşılaşmaktadır. Kapısının önüne bomba konulduğu da oldu, kurşunlandığı da. Benzeri bir şekilde YKP’nin de daha önce parti merkezi saldırı ile karşılaştı. Benzer odaklar, Kutlu Adalı’dan; Cumhuriyet Gazetesi yazarları Ayhan Hikmet ve Muzaffer Gürkan’a, katledilen sendikacılara kadar birçok kanlı olayın sorumlusudur.
Bütün bunların birleştiği ortak payda, adalıların iradesi üzerine şekillenecek bir gelecek anlayışına karşı olmalarıdır. Kıbrıs adasındaki sürer durumu, adalıların kendi öncelikleri merkezli oluşturmalarına mani olmaktan geçmektedir.
Bu olayların tümündeki temel niyet, farklı zamanlarda, farklı olguların ışığında oluşan siyasi dalgayı yok ederek; yerlerine durumu idare edecek kukla iktidarların sürekliliğini sağlamaktır. Coğrafyanın kaderini belirleyecek durumlara neden olacak hareketleri sınırlandırmak, farklılaşmaya karşı engel olmaktır.
Bu açıdan tüm saldırılar, tüm ölümler siyasi cinayetler ve siyasi aksiyonlardır. Bunlara karşı hareket edebilmek önemlidir. Ancak, bu mücadelenin nasıl verildiği ve hangi araçların da kullanıldığı eş derecede önemlidir.
Dün, Mustafa Akıncı, kendisinin ölüm tehditleri aldığı konusunda bir açıklama yapması da bu çerçevede dikkate alınması gereken bir noktadır.
Böyle bir uyarıda bulunması, seçim öncesi ilgiyi üzerinde toplama niyeti olarak yorumlanabilir. Ancak, önleyici olarak en yüksek siyasi pozisyonda seçilmiş bir kişinin hayatı ile ilgili endişeleri, kamuoyu ile paylaşması meselesinin başka siyasi anlamları da vardır. Benim niyetim, Akıncı’nın popülist dilini dışlamadan, konuyu siyasi olarak incelemektir.
Siyasi bir yapılanmanın, seçilerek temsil ettiği iradenin yetkilisinin böylesi bir açıklama yapması dikkate alınmalıdır. Ancak, bu açıklama ciddiyetten uzak bir açıklama mı yoksa gerçekten böyle bir tehdit ile baş başa mı bunu bilmek önemlidir.
Varsayalım ki, bu tehdit aslında bir safsatadır. Mustafa Akıncı’nın ölüm ilanı yoktur. Bu sağlıklı bir anlayış ile ele alınırsa, bunun bir tehdit unsuru olmadığı görülecek. Hatta, dalga geçilerek Mustafa Akıncı’ya karşı bir tepkiye dönüşme ihtimali yaratacaktır.
Mustafa Akıncı, böyle bir oyun oynayarak şansını dener mi?
Evet, böyle bir oyun oynayarak şansını deniyor ihtimali değerlendirmek gereklidir. Derdin sadece daha fazla ilgi yaratmak olduğu üzerinden düşünerek olayı tahlil ettiğimizde çıkan sonuçlar hala daha önemli olacaktır.
Meselenin “bir kurmaca” olup olmadığının göstergesi nedir?
Ben bunun anlamak için en makul ölçütün toplumsal huzur ortamında aranması gerektiğine inanmaktayım.
Son günlerde sadece Mustafa Akıncı değil, toplumda neredeyse tüm Kıbrıs sorununa çözüm olan taraflar buna benzer ifadelerle karşılaştığı biliniyor. 20 Temmuz’da barışçıl bir iki kelam edenlerin, “Gavur piçi” olduğu hatırlatılıyor. Satılık, hain, Rumcu gibi sıfatlara sahip olmanız için adada barış içinde yaşama arzusuna sahip olmak dışında bir çabanızın olmasına gerek yok.
Özellikle sosyal medyada, ciddi bir yıldırma kampanyası yürütülüyor. Bu yıldırma kampanyasının içinde şiddet tehditleri, kişilik haklarına saldırılar yer almaktadır. Bu açıdan, ifade özgürlüğü ile nefret söyleminin kesiştiği ince durumlar oluşmaktadır.
Bu durumda toplumsal huzur ortamının, ifade özgürlüğü bağlamında sözlü şiddet ile karşılaşma ihtimali ile ele alındığında çok da sağlıklı olmadığı sonucu çıkmaktadır. Burada sorulması gereken bir diğer soru ise gerçekleşen saldırıların, organize veya spontane olması durumu ile ilgilidir.
Spontane olarak birilerini öldürmeyi tehdit etmek, yaşama hakkına gasp etmek bir sorundur. Spontane olması dahi toplumsal huzursuzluk için yeterlidir.
Ancak, bu davranışın organize olması ise, ciddi ciddi niyetini Kıbrıs adasında, Türk milliyetçiliği dışında kendini tanımlamayı tercih eden kitleye karşı bir tehdit barındırmaktadır. Organize hareketler bu anlamda, Türk milliyetçiliğinin belirlenmiş kalıpları içinde düşünmek ve hareket etmek istemeyenlerin iradesinin asimile etme çabasına yönelik korkutucu bir anlayışı işaret etmektedir. Organize bir tehdit ile karşı karşıya olan adanın sakinlerinin bu anlamda toplumsal huzur ortamına sahip olduğunu söylemek mümkün değildir.
Öyleyse, olabilecek en Akıncı karşıtı tutumda bile konu ciddidir ve ciddiyetle ele alınmalıdır. Hele gerçekten birileri önemli bir kesimin siyasi iradesini temsil eden bir şahsiyeti yok etmek istiyorsa; orada sorun zaten sorun derin bir siyasi tehdit barındırmaktadır.
Cumhurbaşkanının tehdit altında olduğu bir coğrafyada, kendilerini ifade etmeye çalışan vatandaşların halini varın bir de siz düşünün. Gelinen aşamada, adanın kuzeyinde sakin insanlar için bir tehlike zili çalmaktadır. Bu çalan zilin farkındalığına kitleler ne kadar kalabalıktır bilinmez ama tehlike siyasidir ve çözümü de siyasi olmalıdır.
Bu bağlamda, siyasi bir tehdide karşı nasıl çözümler bulunacağı son derece anlamlıdır. Mesela, bence şu soru önemlidir:
“Mustafa Akıncı karşılaştığı bu tehditle ilgili olarak, ilişkilendirilen piyonlarla mı kavga edecek yoksa tehdidin merkezine müdahale mi edecek?”
Mustafa Akıncı, bana göre iki yol izleyebilir.
Birinci izleyeceği yol, muhtemelen, ülkedeki muhalif kesimlerin açıkça karşı olduğu Bilişim Yasası’ndan faydalanmaktan geçecektir. Bu yasa ile ilgili Anayasa Mahkemesinde bir dava olmasına rağmen, bunun görmezden gelinerek, tarafsız olacağını iddia eden ve Cumhurbaşkanı sıfatına sahip birinin bu yasayı kullanması ciddi bir sorundur.
Bahsi geçen yasanın ifade özgürlüklerini sınırlandırma ihtimali olduğu ifade edilmektedir. Bunu bile bile, bu yasayı Akıncı’nın meşrulaştırması önemli bir sorunken aynı zamanda konunun esası yerine, figüranları ile uğraşarak meseleyi çözme iradesi sergilemiş olduğunu gösterecektir.
Mustafa Akıncı toplum lideri olarak toplum tarafından ona bahşedilen siyasi yetkiler yerine bu tartışmalı yasadan hareket etmesi, çok daha derin bir çelişki yaratacaktır.
İkinci ihtimal ise, Mustafa Akıncı’nın konunun sanal bahis gibi adi bir suç vakası olmadığını kavraması ile ilişkilendirmesinden geçmektedir. Akıncı bu yolda hareket ederek, konuya kapsamlı bir siyasi duruş getirerek çözme yolunu izleyebilir.
Adada empoze edilen hakim görüşün dışında düşünen, yaşayan ve inanan insanlara yönelik yaşama hakkını dahi gasp etmeye yönelik tehlikenin giderilmesi; başka bir deyişle kendine özgü siyasi projeye sahip bir topluluğun geleceğine sahip çıkmaktan yana olması varoluşsal bir olgu olarak görülmelidir.
Akıncı, 2015 yılında seçilirken anlattığı varoluşsal kaygının siyasi mücadelesini verebildiği kadar liderdir.
Bu olgunun siyasi çerçevesinde sağlıklı bir noktaya gelebilmesi için ise adanın kuzeyinin sakinleri ile Türkiye arasında da bir siyasi uzlaşmaya ihtiyaç olduğu kesindir.
Türkiye, adanın kuzeyindekilerle sağlıklı ilişkiler kurması ise ekonomik, sosyal ve siyasi olarak belli bir çerçeveye ihtiyaç duymaktadır. Bugüne kadar sunulan çerçeveler sağlıklı ilişkiler yaratacak niteliğe sahip değildir. Protokoller ile yönetilen kktc, kendi ağırlığını artık taşıyamamaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin Kıbrıs politikaları ve Kıbrıslılarla kurduğu ilişki biçiminin yapılandırılması ve bu yapılandırılmanın eşitler arasında tecelli etmesi gerekmektedir. Ancak, bu iki eşit arası ilişki jeostratejik, ekonomik ve siyasi olarak Türkiyeye maliyetli olacaktır. Çünkü, adanın kuzeyinde hakim unsur olmaktan yana taraf gösteren siyasi iradenin kendi geleceğini belirlemesinde, öncelik sırası ana – yavru değil iki eşit haline geldiğinde dengeler değişmek zorundadır. Türkiye Cumhuriyeti, bu gelişen dengeler sayesinde Kıbrıslı Türklerle barışmaktan yana bir tavır geliştirebilirse, aslında bölgesel olarak da farklı bir dinamizmin içinde yer alacak yeni bir işbirliği çerçevesinin unsuru olacaktır. Ancak, bu Türkiye’deki kısa dönemli günü kurtarma hamleleri içinde olan hükümetleri aşan bir devlet anlayışını gerektirir.
Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ise bu durumu anlayıp kendi ülkesine anlatacak bir önceliği var mıdır bu bilinmemektedir. Önemli olan ise bunu anlamak için samimi bir diyalog ortamının yaratılması ve bu diyalog ortamının ise duymak istemediklerini söyleyecek bir denk ile gerçekleştirmesi ile mümkün olacaktır. Bunun iradesini göstermek ise yine Mustafa Akıncı’nın elindedir. Tehditlerden şikayet etmek yerine, tehditleri demokratik bir çerçevede ortadan kaldırmanın yolu budur.
Bu bağlamda baktığımızda, Mustafa Akıncı’nın karşılaştığı ölüm tehdidinin soğukluğu ile umutlu bir geleceğin kurulması taraflar arasındaki barışın ne derece samimi olduğunu göstermektedir. Bu mesele, Türkiye ile Kıbrıs’ın kuzeyinde yaşayanlar arasında bundan sonrası ile ilgili kurulacak ilişkinin belirleyici unsuru olacaktır.
Konuyu adi bir suç olarak değerlendirmek ise, tıpkı Talat’ın bombalanan evindeki sessizlik, Eroğlu’nun konutu üzerinde patlayan bombaya “iş kazası” demesi gibi, hasır edilerek, toplumun geleceğinden çalınmış bir durum yaratacaktır.
Akıncı, pandoranın kutusunu açmıştır. Aynı makamı ondan önce dolduranlardan farklı olup olmadığı, bu noktadan sonra izleyeceği yol gösterecektir.