2018 yılın Ocak ayında Afrika Gazetesine yönelik saldırının milat olduğu kuzey Kıbrıs’ta, üst üste birçok talihsiz olay deneyimledik.
Gazeteye saldırı ile başlayan siyasi iradeyi tahakküm altına alma çabaları, düşen füzeler, Geçitkale Havaalanı’nın askeri İHA ve SİHA’lara açılma girişimi, Türkiye’den gelen su projesinin patlaması, cephanelik patlaması, Covid-19 salgını, ekonomik daralma, orman yangınları ve tabi ki ifade özgürlüklerine yönelik müdahaleler…
Bunlar son seçimde belirlediğimiz tutum ne olursa olsun olumsuz etkilendiğimiz olayların sadece bir kısmı.
Ancak, bu konularda siyasetin cevapsız kalması, kuzey Kıbrıs’ta yaşayan ahalinin gelecek kurgusuna yönelik de belli kaygıların oluşmasına neden oluyor.
Bu kaygılar “Varoluş” meselesi olarak ifade edilmesine rağmen esasen siyasi iradeyi temsil eden partilerin sistematik bir pratik geliştirememesi ile de doğrudan ilintilidir.
Zaman zaman bu irade boşluğunun kaynağı parlamenter sistemin bir zafiyeti olarak anlaşılsa da, sorunu salt bir teknokrasi problemi olarak almak da, sorunu sadece siyasi bir slogan olarak görmek de bence hatalıdır.
Gelinen aşama ile ilgili hem siyasi hem de teknik unsurlar vardır. Bu unsurlar birbiri içine geçmiştir. Bu yüzden de hukuk merkezli yaklaşımlar ne kadar yetersiz kalıyorsa, siyasi slogan düzeyinde yapılan açıklamalar da o kadar yetersiz kalmaktadır.
Bana göre esas ihtiyaç Kıbrıslı Türklerin yaşadıkları coğrafyayı içselleştiren özgün bir politik yaklaşım eksikliğidir. Mevcut partilerin ana akım olanlarının ağırlıkla teknokratik tartışmalarda boğulması, daha küçük partilerin ise milliyetçilik ve karşı milliyetçilik eksenli tartışmaları maalesef bu süreçlerin kısırlaşmasında da önemli rol oynamaktadır.
Oysa ki yukarıda belirttiğim olaylar silsilesine baktığımızda Kıbrıs’ın kuzeyinde ihtiyaç olan siyasi argümanın uluslararası hukuka uyumlu bir yaklaşımı etrafında ekoloji, sosyal refah ve insan hakları merkezli bir anlayış geliştirmesini dayatmaktadır.
Uluslararası hukuka uyumlulukla, vurgulamak istediğim federalist bir yaklaşımdır. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin Kıbrıs ile ilgili aldığı kararları incelediğimizde, bu çerçevenin dışına çıkarak yapılacak olan hareketlerin doğal olarak Kıbrıslı Türkleri suçlu sandalyesine oturtacağı açıktır. Bu yüzden suçlu sandalyesine oturup, fütursuz milliyetçi sloganlara boğulmamak için bu konudaki samimiyetin açık bir şekilde gösterilmesi önemlidir.
Toplumlararası ilişkilerin zaman içinde güçlendiğini ve karşılıklı bağımlılığın kayda değer bir şekilde geliştiği açık bir durumdur. Önemli olan milliyetçi fanatiklerin dilinin değil, yeniden bir arada yaşam arzusunun inşa edilmesidir. Yeniden bir arada yaşamın inşa edilmesinin temel çerçevesi ise kendi doğrularımızın üstünlüğü kanıtlamak değil, doğrularımızın evrensel olarak kabul edilmiş değerlere eşitlenmiş olmasıdır. Bu bağlamda samimi bir federalist dil ile iki toplumun yeniden bir arada yaşamı kurma çabalarına yönelik her türlü desteği verebilecek bir anlayışı bir gerekliliktir.
Bununla beraber iklim krizinin yarattığı yıkım ortadadır. Nefes alırken bile zorlandığımız hava sıcaklıkları ile mücadele etmek için daha yeşil bir Kıbrıs yaratmamız gerekmektedir. Bu bağlamda yeşil alanların özellikle korunması ve geliştirilmesi gerekmektedir. Ancak bu yeterli değildir. Aynı zamanda büyüme ve kalkınma stratejilerinin de ekolojiye uyumlu hale getirilerek, doğal kaynakları koruyacak bir büyüme modeli benimsenmesi gerekli olmuştur. Bu bağlamda enerji üretiminden, gündelik tercihlere kadar ciddi düzenlemeleri yapacak olan bir iradenin ve anlayışın oluşması önemlidir. Bu adadaki hayatın devamlılığı için gereklidir.
Özellikle COVID19 krizi bizlere sosyal refah konusunun ne kadar önemli olduğunu göstermiştir. Yaşanılan süreçte sağlık, eğitim, istihdam ve sosyal dayanışma konusunda güçlü bir sosyal sermayenin yaratılmasını bir gereklilik olarak sunmaktadır. Bu bağlamda sivil toplum örgütleri ile kamunun işbirliğinin daha üst seviyeye çıkarılarak eşitsizliklerin giderilmesine yönelik bir çerçeve bir gerekliliktir. Sosyal adaletin, toplumsal cinsiyet eşitliğinin ve iç barışın sağlanması için temel hizmetlerin geliştirilmesi geleceğe dönük etkili politikalar oluşturmak için gerekli olacaktır.
Tüm bu çerçevenin içerisinde en önemli politik unsur ise insan hakları konusunu oluşturmaktadır. Özellikle son zamanlarda hızla artan ifade özgürlüğüne yönelik müdahaleler, baskıcı ve otoriter eğilimlerin yerine özgürlükçü ve hak merkezli yaklaşımlara olanak sağlayan bir anlayışın yeniden kurgulanması gereklidir. Dayanışmacı bir anlayışla, ekonomik, sosyal ve kültürel hakların geliştirilmesine yönelik bir çabanın doğal olarak en az temsil edilen kesimlerin seslerinin duyulmasına yardımcı olacağı gibi ekonomi ile uluslararası ilişkiler konusunda da referans noktasının meşru bir zemini olduğu gösterilebilecektir.
Gündeme göre evrilen ve birbirini suçlama yarışları çerçevesinde oluşan politik dili, siyasi bir manifestoya dönüştürerek, yeşil hattı aşarken aynı zamanda da yerli olabilecek bir yaklaşımla bütünleştirilmesi ihtiyaca uygun yeni bir siyasi dilin oluşmasını mümkün kılacaktır. Onun dışında, her şeyi aynen tekrar etmenin, COVID19 sürecinden hiçbir ders alınmadığını göstereceği kesindir.