Mefhuma farklı yerlerden bakmayı denemişti Aldous Huxley…
Bir zemine yerleştirmişti onu…
O zeminin etrafında defalarca dönmüş olmalıydı…
Ona farklı açılardan bakmış…
Ona, baktığı her farklı açı, başka başka şeyler düşündürmüştü…
Huxley’in asıl meselesi bakma problemiydi belki de…
Belki de başına bunca belayı açan da içinde zapt edemediği “bakma arzusuydu…”
Beşerî ile ilgili olan her şey “bakma arzusu”nun ürünü olabilir miydi?
“Bakma arzusu” insanı nerelere götürdü?
Nerelerden getirdi?
Huxley içindeki şeytanı kontrol edemedi…
Karşısındaki sandalye etrafında dönerek, ona farklı açılardan bakmak, Huxley için yeterli gelmiyordu artık?
Huxley sandalyenin içine girmek istiyordu…
Sandalyeyi sandalye olmaktan çıkarma arzusu içindeydi…
Meskalin hayatına bu şekilde girdi…
Belki de ondan dolayı peyote kaktüsünün peşine düştü…
Çünkü Huxley’e sahip olduğu iki göz yetmiyordu…
Bu iki gözün olasılıkları onu tatmin etmiyordu…
Onun üçüncü gözü miskalinle ortaya çıkmıştı…
Binlerce yıl öncesinden Latin Amerika’daki “ilkel” toplumlar üçüncü gözün peşinde olmuşlardı zaten…
Huxley’in “The Doors of Perception”, Türkçesiyle “Algının Kapıları” kitabı bütün bu kaygılardan yola çıkarak oluşturuldu…
1954 yılında “The Doors of Perception” isimli kitap ilk kez yayınlandı…
Aradan 11 yıl geçti…
Jim Morrisson 1965 yılında Huxley’in “The Doors of Perception” kitabından yola çıkarak “The Doors” grubunu kurdu…
“Doors”, Türkçesiyle “kapılar” belki de hayatımızdaki en önemli imgelerden bir tanesidir…
Kapılar işte tam da bu yüzden, “bakma arzusunu”, diğer bir değişle “bakma problemini” işaret ettiği için önemlidir…
* * *
İnsan neden bir olaya, olguya, nesneye farklı açılardan bakma ihtiyacı hisseder?
“Şeyi” anlamaya, anlamlandırmaya çalıştığımızda…
“Şeyin” var olan anlamları bize yetersiz geldiğinde…
“Şeyin” var olan sorunlarını biz baktığımız noktadan çözemediğimizde…
Temel olarak “bakma arzusunu” yaratan, onu harekete geçiren dinamik yetersiz olma hissidir…
İnsanın bilgiyle arasında kurduğu ilişki de bu dinamikten beslenir…
O yüzden değil mi bunca kitap, makale, dergi…
O yüzden değil mi bunca sergi, konser…
* * *
Kuzey Kıbrıs…
Büyük bir açmazın içinde bulunmaktadır…
Bugüne kadar ortaya konan bütün yaklaşımlar, bu çıkmaz halin çözülmesine yanıt verememiştir…
Bütün hayatımız federasyon, konfederasyon ya da Kıbrıs Cumhuriyet’i üçlemesinin arasında geçmektedir…
Bu üç yaklaşımın içinde kuşaklar yok olmuş…
İnsan çürüdükçe çürümüştür…
Bizden önceki dönemlerin ortaya attığı çözüm önerileri 45 yıldır ne yazık ki karşılık bulamıyor…
Ülkedeki rejim her geçen gün daha da katılaşıyor ve kalıcı hale geliyor aynı zamanda…
80’li yıllarda kimlik üzerine yapılan tartışmalar, bir kimliğe sığınma ihtiyacı…
Bir kimlik üzerinden kendimizi ifade etme uğraşı…
Geçmiş kuşakların en büyük hatası oldu…
Şimdi kimlik arayışının yarattığı esaretin bir sonucunu yaşıyoruz biraz da…
Kıbrıslıtürk, Kıbrıs Türk’ü veya Kıbrıslı Türk ve sonunda Kıbrıslı kimliğinin hiçbiri benim ne olduğumu, nasıl düşündüğümü yansıtmıyor…
Kimlik, insanlığın hapishanesidir…
Kimliğin dışına çıkamayan varlık, var oluşunu gerçekleştiremez…
Martin Heidegger bu biricik varlığa “Dasein” der…
Dasein, varlığın özüdür…
Spinoza, Tanrıyı parçalara ayırmıştır…
Onu toprağa, yağmur tanesinin içine ya da güneşin parlayan ışığına dağıtmıştır…
Tanrı’nın parçalarına ayrılması, iktidarı da parçalama arzusunu gerçekleştirmek için atılan en büyük adımdı…
Hesap sorma zamanı geldi…
“Bugüne kadar ortaya koyduğunuz bütün deneyimler, bütün teorik yaklaşımlar miladını doldurdu” dostlar demenin zamanı geldi…
Eski kuşakların oluşturduğu zemini parçalarına ayırmanın zamanı geldi…
Merkezi devlet yerine…
Gerek Kıbrıs Cumhuriyeti’ni gerekse Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyet’ini parçalarına ayırmanın zamanı geldi…
Oluşturulacak yeni konjonktür, etnik kimliklerden arındırılmış olmalı…
Oluşturulacak yeni Kıbrıs, iktidarı kimin ele geçireceği zeminin ortadan kalktığı bir zemin olmalı…
Yani merkezi iktidar anlayışı ortadan bir an önce kalkmalı…
Özel mülkiyet ortadan kaldırılmalı…
Garantiler, askeri kamplar, silahlar yok edilmeli…
Bütün bu kavga erk içinse…
Bütün bu kavga devlet içinse…
Geriye yapılması gerek iki şey kalıyor…
Ada üzerinde olan kimlikleri yok etmek…
Ada üzerinde var olan devletleri parçalarına ayırmak…
Ve tabii ki özel mülkü ortadan kaldırmak…
İnsanlığın barış içinde yaşaması, varlık üzerine kurulacak yeni bir inşa süreciyle başlayabilir ancak…
Bu yazı ilk kez 10.10.2019 tarihinde Afrika gazetesinde yayınlandı.