Bir önceki yazıda, halk ve ulus nosyonlarının arasında Kıbrıslı Türk toplumunun yerini anlatmaya çalıştım. Bu yazının sonunda, çok kültürlü ve çok uluslu bir Kıbrıs’ta ulusların tümünü içinde barındırabilen bir halkın iradesi ile Kıbrıs adasının geleceğini tartışmanın gerekliliği vurgulandı.
Ancak, dışsal (external) self-determinasyon ilkesini nasıl çalışacağının yanında içerden (internal) self-determinasyon durumunu da konuşmak gerekmektedir.
Burada etkin olarak halkı oluşturan unsurların her birinin iç düzenini, hukuki, ekonomik, sosyal ve kültürel var oluşunu nasıl sürdürebileceği meselesini ön plana çıkarabiliriz. Buradan baktığımızda da adadaki siyasi öznelerin işbirliği yapabileceği alanlar (dış politika, maliye, güvenlik) işbirliğinin mümkün olmayacağı alanları (bölgesel kalkınma, kültür vs…) gibi alanların çizgileri belirlenebilir.
Bu noktaya kadar söylediklerim, aslında kaba bir federasyon tanımını oluşturmaktadır. Federasyonun da aslında çok ulustan oluşan egemen bir halk için ideal yönetim yapısını oluşturacağı açıktır. İki halk iddiasının ise kendi içinde tutarsız ve geçersiz olduğunu görebiliriz.
Peki mesele bu kadar sarihken, Kıbrıslı Türk halkının oluştuğu iddiasının dayandırıldığı referans noktası nedir diye sorarsak karşımıza ne çıkar ?
Dr. Küçük’ün self-determinasyon hakkına karşı çıkan beyanı kolonyalizmin devamı için önemliydi. Ancak kolonyalizm sona erdiğinde ve egemen bir Kıbrıs yaratıldığında Dr Küçük siyasi kariyerinin de sonuna gelir.
1963 – 1974 arası döneme baktığımızda Kıbrıslı Türk toplumu adına konuşan siyasi elitler, ayrı belediyeleri güçlendirerek bir otonomi tanınma talebi noktasından zamanla siyasi eşitlikten bahsederler. 1974 sonrasında ise iki bölgelilik, sarih çoğunluk gibi kavramlar gündemimize girer. Ancak ayrı bir halk olma talebinin hukuki açıdan zemini yaratılmamıştır.
Dahası nüfus transferi gerçekleştirildiğinde başta Doktor Küçük “gelenler derhal geri gönderilsin” diyen bir yazıyı Halkın Sesi gazetesinde kaleme almıştır. Uygulanan nüfus politikası, Kıbrıslı Türklerin siyasi iradesini erozyona uğratması doğal olarak, Kıbrıslı Türklerin ayrı bir halk olduğu iddiasını da zayıflatmaktadır. Sebebi ise çok basittir. Adalı insanların siyasi, sosyal ve kültürel deneyimleri Anadolu insanından farklıdır. Kimlik siyasi bilinci oluşturur. Kimlik sosyal, ekonomik ve politik süreçlerden etkilenir. Bu ilişki Kıbrıs’ta Anadolu’da Türkçe konuşan insanlardan farklı bir kimlik ve farklı bir politik irade oluşturduğu açıktır. Kıbrıslı Türkleri, anadoludan ayıran esas nokta da bu deneyimlerin birleşimidir.
1974 sonrası oluşturulan durumda, Kıbrıslı Türklerin artık kendi kaderini kendi belirleyen bir unsur olduğu ve bu yüzden de KKTC devletinin de bir hak olduğunu iddia edenler vardır. Her ne kadar da, KKTC’nin kuruluş bildirgesi bir siyasi hamle olarak hedefinde federal bir Kıbrıs referansı verse de, Kıbrıs’ın kuzeyindeki devlet olma kriterini nasıl karşıladığını birden fazla noktada eleştirebiliriz. (bknz: Montevideo Konvensiyonu) Ancak, kktcnin durumu uluslararası anlamda egemen bir unsur olmadığı ve Türkiye’nin alt yönetimi olduğu defalarca vurgulanmıştır. Dahası, tüm bu kararların aksinin uygulandığını da pratik olarak göremiyoruz. Son bozulan ve kurulan hükümetin dahi TC’nin uhdesinde olduğu alt-yönetim pratiğimizin en büyük örneğidir.
Ayrıc devletin halk yarattığına dair ters bir kurgu söz konusu olduğu noktasını gözden kaçırmamak gerekir. Sonuçta halk olgusu eğer coğrafya ile ilişkilendirilmişse, Kıbrıs Türk halkı ulusal referansı oluşturmakta o açıdan da yetersiz kalmaktadır. “Kuzey Kıbrıs halkı” ise coğrafi referansı oluşturmasına rağmen; insanların kendini Güney Kıbrıs coğrafyası ile ilişkilendirdiğini (hali hazırda Baf, Limasol ya da Larnaka kökenli insanların duygusal bağı ortadadır – aktif şekilde örgütlenip etkinlikler de gerçekleştirmektedir) hesaba kattığımızda bunun da kapsayıcı olmayan bir iddia olduğu ortaya çıkmaktadır.
Kolonyalizmle ilgili Birleşmiş Milletlerin ilgili kararlarına geri döndüğümüzde, yabancı kontrolü altında yaşayan ulusların, kendi kendini yönetme hakkının tanınması olarak görebileceğimiz bu hakkın kaynağı devletin oluşturulmuş değil, halkın yabancı bir unsurun kontrolü altında olması noktasıdır. Bu durumda KKTC’nin kuruluşunda vagonun önde, lokomotifin ise geride olduğu açıkça ortaya çıkar.
Peki egemenlik icra etme kapasitesine sahip olduğu iddia edilen Kuzey Kıbrıs halkının, bu yönde iddiasını güçlendirmesi için ne yapması gerekir. Yani KKTC’nin ayrı bir unsur olduğunu kanıtlamak isteyenler bunu nasıl yapabilir diye bakabilir miyiz?
Yaratıcı unsur olmak için iki unsurun eş zamanlı yaşanması gerekir. Bunlardan biri siyasi olarak “egemenlik” mücadelesidir ve egemenlik hakkını gasp eden unsurlara karşı verilmesi gerekir. Bu aşamada bu Türkiye Cumhuriyetinin de egemenliği gasp ettiğini vurgulamak gerekir. İkincisi ise diplomasidir ve burada özellikle “anlaşmalı” bir sürecin Kıbrıslı rumlarla sağlanması gerekmektedir.
Tarihteki, anti-kolonyal mücadelelere baktığımızda, egemen bir unsur iddiasının güçlendirilmesi için adanın kuzeyinde etkin kontrolü olan ülke Türkiye’dir. Verili koşullara göre Türkiye Cumhuriyeti “yabancı” bir ülkedir. Bu ülkenin, adanın kuzeyindeki varlığının sonlanması için siyasi bir irade gösteren Kıbrıslı Türk toplumunun, kaderini kendi belirlediğini iddia etmek mümkün olabilir. Tabi gelinen bu koşulda, Türkiye ile et ve tırnak gibi olduğunu iddia eden Kuzey Kıbrıs halkı savunucularının bu noktada adım atmayacağı aşikar ise; Kuzey Kıbrıs halkı söyleminin ayrılıkçı bir niteliğe sahip olduğu ortaya çıkmaktadır.
Çelişkilerle dolu hayatımızda, Kıbrıslı Türklerin bir toplum değil de bir halk olduğunu söyleyip egemenlik icraa edebileceğine dair somut bulguların kaynakları ve ilişkileri uluslararası hukukta son derece açık bir şekilde ortaya konulmuştur. Yaşadığımız tarihsel süreçlerde, Türkiyeye karşı diplomatik karşı atak yapma arzu ve niyeti sınırlıdır. Hal böyleyse, verili çerçevenin dışında yeni maceralar aramanın kime ne faydası olacağını kestirmekte ben güçlük yaşamaktayım.
Belki de son bir söz AB çatısı altında iki devletli çözüm söylemine yönelik ortaya konulmalıdır. Bu aynı zamanda “anlaşmalı ayrılık” için yol haritasının neleri barındıracağı ile ilgili olmalıdır.
İki devletli çözüm koşullarında devletlerin biri AB üyesiyken, diğeri meşru bir unsur bile değildir. Bunun gerçekleştirilmesi için yine müzakereyi egemenlik hakkımızın bulunduğu Kıbrıs halkının oluşturucu unsuru olarak yapmamız gerekmektedir. (Bunun dışındaki bir varlık olduğumuz iddiası doğal olarak; işgal veya terör unsuru olarak tanımlanmamızla sonuçlanır) Kıbrıs halkının, Kıbrıslı Türk ve Kıbrıslı Rum temsilcilerinin adanın bölünmesine yönelik karar verebilmesi için, anlaşmalı bir ayrılık formülüze edilmesi gerekmektedir. Böyle bir anlaşmalı ayrılığın gerçekleşmesi için de Kıbrıs rum tarafının taleplerinin ne olacağını tahmin edebilirsiniz. Ancak edemeyenler için olası birkaç sonucu listeleyim:
- Garantörlük sistemi sona erecek; Kuzey Kıbrıs ayrıca birlik dışından bir ülkeyle oluşturacağı askeri anlaşma sadece Kıbrısın güneyi değil AB devletlerinin de olurunda olacak. Bu durumda garantörlük olmazsa olmazdır söylemi boşa çıkacak.
- Toprak konusunda %29 rakamının altına düşmek gerekecek. Bu da sadece omorfonun değil çok daha büyük alanların iadesi anlamına gelecek ve çok daha küçük bir alan içinde yerleşim sağlanacak. Doğal olarak federal bir çözümden çok daha fazla insanın yerinden edilmesi gerektiği sonucu ortaya çıkacak.
- Kıyı şeridindeki sınırlar da azalması gerekecek bu durumda ya Türk tarafı parçalı bir yerleşime sahip olacak yada Girne veya İskeleden bir şeridin de Kıbrıs Rum devletine iadesi gerekecek.
- Mülkiyet ile ilgili iade uygulama dışında kalacağından, kamu yatırımlarının yapıldığı Kıbrıslı Rum arazilerinin tümünün tazmin edilmesi gerekecek. Tazminat miktarı artacağından çözümün maliyeti de daha yüksek olacak.
- Doğal kaynaklar konusunda federal devlet oluşturulmayacağına göre, Kıbrıslı Türkler doğalgaz konusunda pay sahibi olamayacak.
- Ortak bir gelecek kuramadığımıza göre resmi olarak kabul edilecek ve AB içine girecek Kıbrıslı Türk devleti Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini kabul etmek durumunda kalacak. Karşılıklı bir barış olmayacağı ve gelecek ortaklaştırılmadığı için çeşitli mağduriyetlerden dolayı Kıbrıslı Rum toplumunun bireysel davalarının tümünün sorumlusu varlığı kabul edilecek Kıbrıs Türk devleti olacak. Bu da kutuplaşmaları artmasına, uluslararası olarak günah keçisi kabul edilmekle sonuçlanacak.
Tüm bunların ışığında hem ekonomik, hem siyasi hem de sosyal maliyeti çok daha fazla olacak olan bu projenin dillendirilmesi gerçeklerle bağdaşmadığı kesindir. Ancak, koşulsuz bir ezbere bağlanarak gelecek kurmayı reddeden bir topluluğun kült bir lider arayışıyla kurtuluş ararken başına böyle şeylerin gelmesi de normaldir. Sonuçta, egemen bir unsur olmak kadar aktif ve sorumlu bir vatandaş olmak da o kadar önemlidir. Maalesef bu sorumluluğu taşımak yerine kabile davranışı sergileyip yanlış projelerin peşinden koşup ondan sonra da “biz kabile değil halkız” diyerek feveran ederek de bir yere varılmayacağı aşikardır.