Bir önceki bölümde, self-determinasyon ve halk olma durumunun uluslararası hukuktaki boyutunu ele alırken, bu bölümde 1950’lerden itibaren adadaki anti-kolonyal mücadelenin etkilerini anlamayı hedefliyorum.
Kıbrıs adasının kaderini belirlemesi üzerine gerçekçi adımlar 1954 yılında Helen Milliyetçilerinin, Enosis hedefini ileriye taşımak için başlattıkları yoğun kampanya ile başlar. Her ne kadar da 1950 yılında Enosis için imza kampanyası yapılsa da bu girişim beklenilen karşılığı bulmaz. Hatta Yunanistan başbakanı bu amaçla ziyaret eden Kıbrıslı Rumlar heyetine görmeyi kabul etmez. İlerleyen yıllarda Giorgos Papandreou ise “Yunanistan’ın nefes alması için biri Amerikan diğeri İngiliz olan iki akciğere ihtiyacı var” deyip adanın Yunanistan ile birleşmesi talebini net bir şekilde reddeder.
1953 yılının sonuna doğru ise Makarios’un liderliğindeki kampanyası Yunanistan’daki Helen milliyetçilerini etkilemeye başlar. 1931 yılında Kıbrıs’ta isyan çıkarmaktan ötürü İngilizlerin adadan gönderdiği Alexis Kyrou bu dönem Yunanistan’ın Birleşmiş Milletler’deki temsilcisidir. Enosis konusunda canlı duygulara sahip olan Kyrou, Yunan Dış Politikası’nın Enosis yönüne evrilmesini destekler.
1954 yılından itibaren Yunanistan da Kıbrıs’ın geleceğini ardarda Birleşmiş Milletlere taşımakta ve bu alanın kapılarını zorlamaya çalışmaktadır. Bu dönemde self-determinasyon talebine de Kıbrıslı Türk siyasi elitleri karşı çıkmaktadır. Temel kaygı güçlenen Enosis mücadelesinin uluslararası toplum tarafından kabul görülmesi ile ilgilidir. Öyle ki, Dr. Fazıl Küçük bu dönemde yazdığı bir gazete makalesinde, özetle her topluluğu devlet kurma hakkı verilmesi durumunda, tahmin edilenden fazla devletin kurulacağı ve bunun daha büyük kaoslara sebep olacağından bahsederek bu hakka karşı gelir.
Kolonyal iradeyi korumaya yönelik takınılan Kıbrıslı Türk reflefksinin içinde bu anlayış anlaşılabilir bir durumdur. Açıktır ki, Kıbrıslı Rumların Yunanistan ile birleşme arzusu içinde Kıbrıslı Türklere dair gerçekçi bir çözüm yoktur. AKEL kaynaklı birçok doküman Kıbrıslı Türkler için “olabilecek en iyi azınlık haklarını vermekten” bahseder. Başka bir kaynakta “Kıbrıslı Türklere Trakya’daki Türklere davranılacağı gibi davranılacağı” söylenmektedir. Ancak bunlar Kıbrıslı Türk ahalisini tatmin edecek kadar etkili çözümler değildir. Bu yüzden de Enosis’in Kıbrıslı Türkler tarafından sahiplenilmemesi anlaşılabilir bir durumdur. Kıbrıslı Rumların ise Kıbrıslı Türkleri kendi projelerindeki bir unsur olarak görmüyor olmaları, ayrıca sorgulanması gereken bir meseledir.
Kıbrıslı Türkler, Kıbrıslı Rumların gözünde geri kalmış bir ahalidir. Hatta, o dönemde Kıbrıslı Türk eliti de birçok geleneğini “geri kalmış” olarak tanımlamakta ve bundan kurtulmanın gerekli olduğu vurgulanmaktadır. Kıbrıslı Türklerin, muhtemelen Osmanlı tabası olmalarından kaynaklı politik ve toplumsal modernleşme süreçlerinin geri kalmış olması, siyasi olarak görünmez olmalarının da bir sebebidir. Aynı zamanda Enosis mücadelesinin Grivas gibi ırkçı bir albay tarafından yönlendirilmesi de doğal olarak Kıbrıslı Rumların, Kıbrıslı Türklerin “aşağılık” olarak görülmesinin zeminini oluşturmuştur.
Tarihsel dinamikler bu biçimdeyken, sorulması gereken önemli sorulardan biri Kıbrıslı Türklerin belli bir bölge üzerinde egemenlik iddia edecek noktaya ne zaman geldikleri ile ilgilidir. Şaşırtıcı bir biçimde Kıbrıslı Türkler adanın kaderinde rol oynamak üzerine irade göstermekte çok çekingendirler.
Adanın geleceğine yönelik Kıbrıslı Türklerin de egemen hakları olduğuna yönelik vurgu ilk kez Kıbrıslı Türkler tarafından yapılmamıştır. Bu daha çok Enosis talebini geriletmek için dönemin Koloniler Bakanı Lennox Boyd tarafından 19 Aralık 1956 yılında Parlemento’da Kıbrıs’ın geleceği ile ilgili oturum sırasında yapılmıştır.
Boyd; eğer Kıbrıslı Rumlar’a self-determinasyon hakkı tanınacaksa, bunun Kıbrıslı Türkler’e de tanınması gerektiğini dile getirmiştir. Bu pozisyonu ortaya koyduktan kısa bir süre sonra da bu iddiasının gerçekleşmesinin “kan” ile gerçekleşeceğini ortaya koyarak, geri adım atmıştır.
Ancak, 1956 yılında sömürge idaresinin Kıbrıslı Türklere bahşettiği siyasi eşitlik önerisinin adanın Taksim edilerek Yunanistan ve Türkiye arasında paylaştırılması tezi olarak yorumlanmasının gerçekçi olmadığı ortaya çıkmıştır. Adadaki koloni yönetimi Kıbrıslı Türklerin “taksim” vurgusunu sadece “enosise” karşı bir duruş olarak değerlendirmiştir. Bunun gerçek bir karşılığı olmadığına yönelik tavrını korumuştur. Britanya, hiçbir zaman ayrılmak istediğini söylediği Kıbrıs’a yönelik kalıcı biçimde böl ve yönet politikasını uyguladığı barizken bu teklifin aslında tarafların birinin asla kabul edemeyeceğine inandığı için ortaya koyduğunu ifade etmek mümkündür.
Bu noktada Uluslararası Hukuk’ta saygı duyulan bir başka ismin yazdıklarına geri dönüp bakmamız gerekmektedir. Martti Koskenniemi’nin National Self Determination Today, Problems of Legal Theory and Practiceisimli makalesi Kıbrıs’ı dahil etmese de, Kıbrıs’taki akıl tutulmasına son derece etkili bir çözüm önermektedir. Kıbrıs’ta iki toplumun birbiri ile ortak irade göstermemesi ve ayrılıkçı bir anlayışın geliştiği durumlarda, kolonize edilmiş unsurların ulus karakterinin eş değerde kabul edilmesinin öneminden bahseder. Ardından da “ulus kimliğini” olmasının, “devlet” yaratmak olarak anlaşılmaması gerektiğinin altını çizer.
Bu açılımdan hareketle günümüzdeki yansımalara da bakmak gerekir. Hepimizin bildiği gibi BM müzakerelerinde Kıbrıslı Türk ve Kıbrıslı Rum “cemaatlerinden” bahsedilir.
Uluslararası anlamda tek başına ikisinin de kaderini belirleyecek irade ve güce sahip olmadıkları ancak bu iki cemaatin etkin biçimde kaderlerini birleştirerek “Kıbrıs halkını oluşturan temel unsurlar” olarak birlikte geleceği tayin edebileceklerine yönelik bir anlayışı içlerinde barındırır.
Yaşadığımız karmaşanın temeli bu noktada yatmaktadır.
Kıbrıs adası 1959 yılında yapılan anlaşmalarla bağımsızlığına kavuşur. Bu bağımsızlık iki toplum içinde arzu edilen değil, üzerinde ortaklaşması mümkün olan bir uzlaşıydı. Hatta daha çok Yunanistan ve Türkiye arasındaki bir uzlaşıyı temsil ediyordu.
Bu uzlaşıda Kıbrıs halkı, egemenliğini Kıbrıslı Türk ve Kıbrıslı Rum toplumlarından almakta ve anayasal yapılanma da bu şekilde gelişmektedir. Burada anlaşılması gereken ulus olmak ile halk olmak arasında bir terminolojik fark olduğu ve halk egemenliğinin içinde birden fazla ulusun barınabileceği gerçeğidir.
1963 yılında anasayal düzenin bozulması ve ardından yaşanan süreçler sonrasında ise Kıbrıslı Türklerin siyasi olarak eşit olduğu kayıtlara geçmiş, 1974 sonrasında iki bölgelilik de bir ilke olarak belirlenmiştir.
Burada esas olan Kıbrıs halkının meşru unsurlarının Kıbrıslı Türk ve Kıbrıslı Rum toplumları olduğu gerçeğidir. Bu anlayışla hareketle, ayrı bir toplum ve ulusal gruba ait hissetmek son derece anlaşılırdır. Üstelik hali hazırda hem Kıbrıslı Rum hem de Kıbrıs Türk toplumlarında, Helen, Türk, Kıbrıslı Helen, Kıbrıslı Türk ve Kıbrıslı gibi milli bilinç ve anlayışların olduğu açıkken, bunun yanında adamızda yaşayan Kürt nüfusunun gün geçtikçe kendini Kıbrıslı Kürt olarak tanımladığını gözlemlerken, her bir ulusal grup için ayrı bir “halk” olduğunu iddia etmek de mümkün değildir.
Bu bağlamda kafa karıştırıcı olan Türk ve Helen milliyetçi unsurlarının farklılığı üzerinden iki halkın olduğu anlayışının hukuki bir zemini olmadığı halde, bu konuda ısrarcı olmakla ilgilidir.
Çok kültürlü ve çok uluslu bir Kıbrıs’ta ulusların tümünü içinde barındırabilen bir halkın iradesi ile Kıbrıs adasının geleceğini tartıştığımız zaman adada etkin bir güç paylaşımını ve işbirliğini konuşmamız da mümkün olur.
Çeşitli ulusal grupların ve kendini bu ulusların ötesinde adaya özgü hisseden unsurların birlikteliğini sağladığımız koşullarda bu ülkede bir barış olması mümkündür. Karşılıklı olarak ulusal kimliklerin kutuplaştırılması ile ne egemenlik icra etmek mümkün olur, ne de bir arada barış içinde yaşamak.
Halk nosyonunun olabildiğince objektif ele aldığım bu tartışmanın son yazısında ise, bugüne dair tartışmalara değineceğim.