Bir önceki yazı, İkinci Dünya Savaşı ardından Milletler Cemiyetinden Birleşmiş Milletler Örgütüne dönüşümü ele alırken, bu sürecin ardından ortaya çıkan uluslararası hukuk iklimini ve tarihsel koşulları anlatmaktaydı. Bu bölümde özellikle anlatılmak istenen halk diyerek vurgulanan hukuksal kavram ile ulus denilerek vurgulanan siyasi kavramın birbirinden ayrı olduğudur. Halkın birden fazla ulusu, cemaati vs… içinde barındırabileceğini ve bunun temel bir hareket noktası olduğunu vurgulamak gerekmektedir. Aynı dönem sömürge olmaktan kurtulup, egemen bir devlet olarak kurulan Nijerya Halkı tanımı içinde 527 farklı dil barındırır ve 6 farklı etnik gruptan oluşur (Hause, İgbo, Yoruba, Efik, İbibio ve Edo)
Bağımsızlık deklerasyonları İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından oluşmamıştır. Ne de self-determinasyon ilkesi, hukuki bir norm olarak hemen kabul görmüştür. Tam tersine, koloni halklarının güçlenmesine katkıda bulunan Rusya ve Amerikan emperyalizminin ilk önce çıkarları birleşmiş ve anti-kolonyal mücadelelerin İngiliz Emperyalizminin bir feodal sistem olarak sonlanmasına dair irade göstererek, iki grup kendine sadık ortaklıklar kurmaya çalışmıştır.
Böylelikle aslında 1. Dünya savaşında olduğu gibi 2. Dünya savaşında da self-determinasyon bir barış yöntemi olarak kullanılmıştır. Ancak buradaki barış, savaşı ve çatışmaları da yanında getirecekti. Wilson’un danışmanı Robert Lansing’in self determinasyona yönelik yorumu bunu doğrular niteliktedir. Lansing self-determinasyon hakkı için “dinamitle yüklü” benzetmesi yapmış ve şöyle devam etmişti “çünkü hiçbir zaman gerçekleşmeyecek umutlar yaratacak”.
Nihayetinde zaten Birleşmiş Milletler Sözleşmesine geri dönüp baktığımızda (konuyla ilgili haşır neşir olmayanlara hatırlatma: BM sözleşmesi hala uluslararası hukukun temel dökümanıdır) “kendini yönetemeyen bölgeler” ile ilgili 11. Bölüm ile 12. Bölümdeki uluslararası vasilik sistemine” ve 13. Bölümdeki “vasilik konseyi” ile ilkelerin yine aynı emperyal sömürge düzenini düzenlediğini görülür. Mesela sözleşmedeki 73 madde öz yönetime sahip olmayan bölgelerle ilgili düzenlemelerinde zaman içerisinde öz yönetim seviyesine gelmesine yönelik düzenlemelerin yapılacağına vurgu yapılır. Sözleşmede “farklı gelişme evreleri” vurgusu aslında kolonyalizmin sonlanmadığına yönelik yapılmış en önemli vurgulardan biridir. Tüm bu vurgular, hala daha vasilik sisteminin – yani kolonyalizmin- devamını hedeflemektedir.
Bu açıdan bakınca self-determinasyon ilkesinin, bir hak haline gelmesi için halkların verdiği mücadelelerin olmazsa olmaz olduğu kabul edilmelidir. Eğer Afrika’daki, Orta Doğu’daki halklar, 2. Dünya Savaşı’nda özgürlük için mücadele etmeye karar vermeseydi BM Sistemi sömürgeciliği ortadan kaldırmayacaktı.2. Dünya Savaşı ardından gelen dönem bu mücadelelerin verildiği ve oluşturulan savaş sonrası sisteminde koloni halklarının eşit siyasi özneler haline geldikleri en önemli dönemi işaret etmektedir.
Self-determinasyon hakkına dair durumun karmaşıklığını 1955 tarihli Benjamin Rivlin’in eserindeki ilgili bölümün kendime ait serbest çevirisinde şöyle denmektedir:
self determinasyonun uygulanması için uluslar arası hukukta genel bir ilke, kriter ve standart belirlenmemiştir. Bu bir ideal mi? Hak mı? Yoksa doktrin mi? Uluslararası olarak ahlaki bir ilke mi? Tüm bu referanslar verildi. Çok fazla akıl karışıklığı ortaya çıktı ve bu yüznden de milliyetçilik ve bağımsızlık gibi kavramları belirlemek eş derecede zorlaştı.
Savaş sonrası tüm bu hukuki karmaşa ve çeşitli coğrafyalarda süregiden kutuplaşmalar arasında küresel bir barış kurmak oldukça zordu. İnsan hakları evrensel beyannamesinde 1948 yılında self-determinasyonun temel bir hak olduğu iddia eder ama buna dair bir düzenleme yapılması için 1960 yılının gelmesi gerekmektedir. Artık sömürge halklarının antikolonyal mücadelesi, özellikle Britanya İmparatorluğu açısından yönetimsel olarak maliyetlidir.
Aynı zamanda, Britanya’daki siyasi elit yarattıkları yönetim sisteminin yarattığı insan hakları ihlallerinin kendileri için bir utanç oluşturduğunu kavraması ile ilgilidir. Londra’da güneşin batmadığı imparatorluğun sonu aslında siyasi seçkinlerin Kıbrıs veya diğer sömürgelerdeki halk mücadelelerinin tümünü bastıramayacakları gerçeğini kavramaları ardından bir uzlaşı arayışıdır.
Şiddet ve karşı şiddetin diyalektiği, self-determinasyon ilkesinin evrensel bir hak olarak kabul edilmesini sağlamamıştır. Ancak bu hak kabul edilirken, hak sahiplerinin kim olacağının belirlenmesi; gelecekteki yeni çatışmaların da nedenidir. BM Genel Kurulunda bu konuya dair en önemli kararlar 1960 ve 1961 yıllarında alınır (Karar no 1514, 1541 ve 1654).
Tahmin edeceğiniz gibi Hindistan’ın özgürleşmesi ile başlayan İngiliz Kolonyalizminin sonlanması, BMGK’de bu kararlar alındığında hali hazırda sonlanmış. Böylelikle Britanya aslında kendi dekolonizasyon sürecini uluslararası hukukta olması gereken olarak neşretmiştir. İlgili kararlardan 1514 ‘Koloni ülke ve halklarına bağımsızlık sağlanmasına dair beyanname’, 1541 ‘Self determinasyon için üç kuralın belirlenmesine yönelik karar’ ve 1961 yılında 1654 numaralı kararla oluşturulan “Dekolonizasyon için özel bir komitenin kurulmasın” yönelik kararlardır.
1945’ten 1960’a kadar geçen 15 yıl ise birçok koloni ülkesindeki halkların mücadeleleri ve tarihini içine alır. Tahmin edeceğiniz gibi Britanya bu kararların alınmasından önce Kıbrıs’ın bağımsızlığının Kıbrıslı Türk ve Kıbrıslı Rum toplumlarından neşreden Kıbrıslı halkın egemenliği olarak tanımlar. Ancak bunun ortaya çıkmasında birden fazla etken vardır. Aynı zamanda bu tanımlama, birbiri ile yarışan iki ulusçu akım tarafından henüz kabullenilmemiştir. Ancak konunun uluslararası hukuk çerçevesinden değerlendirmesi ile bu bölümü sonlandırıp, Kıbrıs’taki tarihi sürece bir sonraki yazıda devam edeceğim.
Önceki yazılar:
Kıbrıs’ta “Halk” tartışmaları üzerine: Tekerleğin icadına geri dönüş – Mertkan Hamit