Bir önceki bölümde 2. Dünya savaşı öncesinde “ulusların kaderini tayin etmesine” yönelik tartışmalara yer verirken, bunu Kıbrıs özelinde ne gibi yansımalara sahip olduğunu ele almaya çalıştım. Bu bölümde ise konunun 2. Dünya Savaşı sonrası hem uluslararası, hem de yerel politik iklimini incelemeyi hedeflemekteyim. Bu tartışmada ayrıca, ulus kimlik ile halk arasındaki ayrımı da gözler önüne sermeyi hedeflemekteyim.
Kıbrıslı Türklerin politik olarak ulus özellikleri taşıyarak harekete geçtiği süreç 1943 yılında KATAK’ın kuruluşu ile başlar. KATAK’ın oluşturulmasında adadaki koloni otoritesinin rolü olduğu bilinmektedir. Bu farklılaşan ulusal hayallerin çatışması ile kendi varlığını garantiye almak bilinen bir böl yönet stratejisi idi ve başarıya da ulaşmıştır
Her ne kadar KATAK “azınlık” vurgusu ile yola çıksa da Kıbrıslı Türk ulusal hareketi kısa sürede yaptığı adımın sonuçlarının farkına varır veya vardırılır ismini de Kıbrıs Türk Milli Halk Cephesi olarak değiştirir. Enosis’e karşı adadaki İngiliz Emperyalizmin devamını savunan bu “ulusalcı” hareket esasen milli bir hedef belirlemek için değil, artan Helen Milliyetçiliğine yönelik bir karşı argüman oluşturmak için desteklenmişti.
Tabi ki ulusalcı hareketin bu damarının ilerleyen yıllarda Kıbrıs Türktür Partisini ve paramiliter Volkan, TMT’yi oluşturduğu bilinmektedir. 1960 sonrası bağımsızlık döneminde ise ulusalcı anlayış, kendi ajandasını devam ettirmekte ısrarcıdır. Lefkoşa’daki ilk Türkiye büyükelçisi Asaf Beyin ektiği milliyetçi tohumlar ile İngiliz emperyalizminin sağladığı uygun koşullar, büyük stratejik hamlelerde Kıbrıslıların bir piyon olarak hareket etmesine kolaylık sağlamıştır. Öyle ki oluşturulan bu zemin 1963 yılından itibaren oluşturulan Kıbrıs Türk Genel Komitesi (63-67), Kıbrıs Geçici Türk Yönetimi (67-74), Otonom Kıbrıs Türk Yönetimi (74-75), Kıbrıs Türk Federe Devleti (75-83) ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne (1983) kadar devam eder. Bu hareketin siyasi ayağını 1975 yılından bugüne kadar Ulusal Birlik Partisi ve onun içerisinde evrilen, değişen veya kopan franksiyonlar oluşturur.
Adadaki ulusalcı hareketin muhalif ayağı da AKEL ve PEO içinden gelen sendikal çeşitli sol fraksiyonlar ile Türkiye solu ile etkileşen damarlarla gelişir. 1970 sonrası oluşturulan Cumhuriyetçi Türk Partisi ve ondan kopan, ayrılan, solu onun dışında okuyan, everilen ve değişen unsurlar bu özellikleri taşımaktadır. Ayrıca Kıbrıs Türk İşçi Birlikleri ile başlayıp, Türk-Sen’e kadar uzanan Kıbrıslı Türk milliyetçisi olan unsurları barındıran emek hareketlerini de bu alanda tutmak gerekir.
Bu açıdan baktığımızda, Kıbrıslı Türk toplumunda sınıfsal öznelere dayalı siyasetin, enternasyonalist anlayışı da barındırdığını söyleyebiliriz. İki toplumun madun toplulukları beraber mücadele ederek ortak ihtiyaçlar yönünde bir mücadele alanı oluştururken, seçkinlerin ise tercihleri daha kolay yönetme dürtüsünü barındırır. Bu bağlamda seçkinler için milliyetçilik ideolojisi önemlidir. Her siyasi unsur kendi ulusal topluluğunun hakimi olmaktan taraf olur. Bu zamanla çatışmacı bir sürece de evrilir. Bu dönemde katledilen Kıbrıslı Türk ve Kıbrıslı Rum işçi önderlerinin ölümlerinin sebebi, sadece ve sadece milliyetçi ideoloji ile yönetilecek bir alana alternatif sunmalarıydı.
Bu evrim sürecinde de 1974 önemli bir kopuş olarak görülse de; aslında Osmanlının millet sistemi üzerinden İngiliz emperyal yönetişim uygulamalarının uzun dönemli bir sonucu olduğunu ifade etmek mümkündür. Bana göre, Kıbrıs Sorunu karmaşıklaştıran esas sebebin de kolonyal politikaların getirdiği koşullardır.
Bu pencereden baktığımızda milliyetçiliğin de bir sebep değil sonuç olduğunu söyleyebiliriz. Eğer milliyetçilik bir sonuçsa, belki de milliyetçiliğin iki ayrı egemen devlet yaratma sevdası ile tek egemen devlet içinde Kıbrıslı Rum hakimiyetini kurma sevdası arasındaki çatışmanın temeline bakmamız gerekmektedir.
İşte bu çatışmacı ortamda, Kıbrıs adasında egemenliği icra etme kabiliyeti olan “halk” nosyonunun yaşadığı deformasyonun, iyice anlaşılıp bunun üzerinden yeni bir anlayışın geliştirilmesinin son derece önemli olduğuna inanıyorum.
Nedeni ise son derece basittir. Kıbrıslı Türk ve Kıbrıslı Helen siyasi seçkinlerinin ulusçu mücadeleleri ve hedeflerinin oluşturduğu hegemonyanın ada halkının siyasi iradesinin tamamını ifade etmediği açıktır. İsmine ister Helen, ister Türk ulusçuluğu diyelim farketmeksizin ulusçuluğun bir ideolojik araç olduğunu anlayarak hareket etmemiz gerekir. İdeolojik araçların ise temel sorunu bir kısım insanı kapsayabilirken, bir bölümünü de kapsamakta başarısız olur. Tüm insanları ancak baskıcı bir rejimde tek bir ideoloji ile tamamlayabiliriz. Onun dışında farklı akımlar birbirleri arasında mücadele ederler. Sınıf siyaseti yapanlar, burjuvayı dışlarken; milliyetçiler azınlıkları görmezden gelir. Çokluğun yaşandığı bu adada birden fazla ideolojik duruşu kapsayacak, hukuki zemini olan ancak nötr nitelikler tanıyacak bir nosyona ihtiyaç vardır ve bu nosyonun adı “halktır.”
Halk, bir bölge yaşayan ve siyasi geleceği belirleyebilecek siyasi olgunluğa ulaşmış, çok katmanlı yapıya sahip olan ve esasen farklı unsurların bir arada olabileceğini barındıranların tümüdür. İradesi devlet yaratmaya muktedir ancak devlet yönetmeye muktedir değildir. Başka bir değişle, halk devleti yaratırken, devlet yönetimini halkın içindeki unsurlar başarabilir. Bu unsurlar, Türk, Yunan, Maronit, Ermeni de olabilir; işçi, memur, ücretli veya sermaye sahibi de olabilir. Bunların iç çelişkilerinin olması, hala daha onların ortak bir gelecek kurmak için bir arada var oldukları gerçeğini değiştirmemektedir.
Bu ulus / halk arasında ikilemin zeminini daha iyi anlamak için ise 1941 yılına gitmemiz gerekmektedir. Britanya ve ABD tarafından 1941 yılında Atlantik Bildirgesi gündeme geldiğinde Kıbrıs gibi kolonyal topluluklar için son derece heyecan yaratmıştı. Savaş sonrasında nasıl bir düzenin oluşacağına dair karşılıklı anlaşmada, kolonyal bölgelere kaderlerini tayin hakkı verileceği söylendiğinde Kıbrıslı Helenler Enosis coşkusuna kapılmış, Kıbrıslı Müslüman cemaat ise hala daha kendine ulusal kimliğini oturtmamıştır. Ulusal kimliği olmadığı için kendine ait bir ulusal projeye de dahil olamamıştır. Bu dönemde dile getirilen çözüm adanın İngiliz hakimiyetinde kalması, eğer olmayacaksa adanın önceki sahibi Osmanlının devamı olarak Türkiyeye iadesi şeklinde dile getirilmektedir. Bu söylemin kendi içinde “kendi kaderini tayin edebilen” bir özneyi değil, kendine efendi arayan bir topluluğu ifade ettiği açıktır. Aynı anda hem ingiliz kolonyalizmini ; eğer olmazsa Türkiye’nin himayesinde olmayı arzulayan bir grubun modern bir devletin öznesi olamayacağı açıktır.
Oysa ki burada bir parantez açalım ve Lozan’da çoktan Türkiye Kıbrıs’ta olan halklarından vazgeçtiğini yeniden hatırlatalım. Türkiyeyi yeniden Kıbrıs konusuna çekmek tahmin edildiği kadar kolay olmayacaktır. Bunun için Britanya’nın Türkiyeye açık çek vermesi gerekecektir ve bu da 1955 yılını bulacak, bu arada Kıbrıs 2 kere Yunanistan’a, bir kere İtalya’ya, bir kere de Almanyaya verilmesine yönelik değerlendirmeler yapılacaktır. Bu da kolonyal iradenin aslında Kıbrıslı toplumları irade sahibi özneler olarak görmediğini kanıtlar niteliktedir.
Parantezi kapatırken, Atlantik Bildirgesinin yarattığı heyecan Afrika ve Orta Doğu’daki halklar için uzun sürmediğini hatırlatalım. Çünkü, emperyalistler için emperyalizmin sonlanması arzulanmamaktadır. Kısa bir süre sonra Britanya, bağımsızlık mevzusunu sadece Avrupa’daki kolonize edilmiş topraklarda, yani Nazi işgalinde olan ülkeler için sağlanacağını ortaya koymuştu.
Ancak, koloni halklar özgürlük mücadelelerine devam etmeye karar verirler. Bu dönemde İngiliz Emperyalizmi’nin sonunun geldiği ise açık seçiktir. Amerika 2. Dünya Savaşının galibidir. Bu savaşın galibi olduğunu kanıtlanması için önce Britanya’dan ardından da Sovyetlerden kurtulması gerekmekte ve yeni emperyalizmin koruyucusu olarak kendini öne atması gerekmekteydi. Zaferin ilanı için sadece 2. Dünya Savaşı’nın bitmesi yeterli olmamıştı. Bu 1945 – 1960 yılında İngiliz kolonyalizminin fesh edilmesi; 1960 – 1989 arasında ise Rus emperyalizminin, Sovyetlerin çöküşüne razı olması ile gerçekleşecekti.
Atlantik Bildirgesine geri dönüp baktığımızda (ki aslında resmi olarak imzalı bir belge hiç olmamıştır) içeriğinin Birleşmiş Milletler Sözleşmesinin de temelini oluşturduğunu görebiliriz. Sözleşmenin 1. Maddesi “uluslar arasında dostane ilişkilerin kurulabilmesi için halkların eşit self-determinasyon hakkı ilkesinden” söz eder.
Milletler Cemiyetine göre, self-determinasyon ilkesine atfedilen özelliğin uluslar(nations) yerine halklar(people)biçiminde tanımlanmasına dikkat çekmek gerekiyor. Çünkü artık her ulusun bir devleti değil her halkın bir devleti olacağı mesajı verilmektedir. Aynı zamanda ulusların yarattığı tek ve homojen anlayışın ötesinde, azınlık unsurları da barındıran bir modern rejimin oluşturulmasına yönelik bir anlayış gelişmektedir.