Editör notu: Bu yazı ilk olarak www.tabella.org sitesinde yayınlanmıştır. Bu yazıyı Tabella’nın hem yayın kurulu hem de yazının yazarının izniyle yayınlıyoruz.
Her ne kadar en büyük açmazlarından biri olsa da, etiğin en önemli maddelerinden biri: Her insan, etnik, fiziksel durum, düşünce ve eylem gözetmeksizin kendisine haysiyetle davranılması hakkına sahiptir. Böylece, söz konusu bireyin ortaya sunduğu veya savunduğu düşünce, eylem ve varlık gösterim biçimi, saygı ve adil muamele görme hakkına sahiptir. Tabii ortaya sunulan materyal gerçekten bir düşünce ise.
Bu bağlamda, “farklılık hakkı” veya “farklı olabilmenin savunulma hakkı” ile Türk toplumu arasındaki ilişkiyi ağırlıkla “psiko-politik” düzlemde ele alacağız. Aslında bu yazı daha önce, yine bu platformda, kaleme aldığım “Otoriteryanizm Obsesyonu” isimli yazımda değindiğim Türk toplumunun otorite hayranlığı ile yakından ilişkili ve hatta farklı bir boyutu niteliğindedir.
Bu bağlamda, günümüz Türk toplumu birtakım etmenler dizisi (otorite hayranlığı, siyasi fanatizm vesaire) tarafından topyekûn etki altındadır. Bu etmenler çalışma biçimlerince birbirlerini tamamlamakta ve etkilerini hem bireysel hem de toplumsal boyutta göstermektedirler. Tüm bu etkilenmelerin sonucu veya bu sonucun etkileri olarak Türkiye’nin neden Edward Said’in haritasında “oksident” (occidental) bölümünde değil de, oryantal (orient) bölümünde yer aldığını da anlayabiliriz. Said’in oryantalizm düşüncesine göre dünyada ki tüm ülkeler ve kültürler Batı (occidental) ve Doğu (oriental) olmak üzere ikiye ayrılmıştır ve süregiden bir çatışma içerisindedirler. Ayrıca, Said’in oryantalizmine göre Batı kültürleri; samimi, gelişmiş, barışçıl ve domine edici iken, yine Batı kültürlerinin perspektifine göre de Doğu kültürleri ise yabancı, şiddet eğilimli, irrasyonel ve mistiktir. Said böylece Doğu ve Batı kültürleri arasında ki derin uçuruma dikkat çeker. Aynı zamanda Said’e göre Doğu kültürlerinin ötekileştirilmesi ise tamamen Batılılar tarafından zamanla kavramlaştırılmış, böylelikle Batı sömürgeciliği ve emperyalizmi Doğu ülkeleri ve kültürleri üzerine hâkim kılınmıştır.
Bu bağlamda, asıl mesele Türk toplumunun Edward Said’in haritasında “oryantal” ya da sözgelimi “öteki” olarak betimlenmesi değil, insani ve toplumsal gelişmişlik değerleri bağlamında ne derece başarılı olduğudur, kaldı ki bugünün Türkiye’sinde temel insan hak ve özgürlüklerinin ne durumda olduğu da apaçıktır. Oysa, Türk toplumunun temel gayesi farklı düşünceleri, kitleleri ve kültürleri ötekileştirmek ve dışlamak yerine, onlara dair bir önyargı beslemeden anlamaya çalışmak ve toplumsal fayda sağlayacak değerleri kazanmak olmalıydı. Örneğin, Türk toplumunun iyi veya doğru olduğunu bilmesine rağmen sırf Avrupalılar yapıyor diye var olan bir doğrunun tam tersini benimsemesi gibi. Öyle ki, bu sadece toplumun, doğru çizgisinden ve etikten kopuşunu değil, aynı zamanda hâlihazırda doğrular üzerine kurulmuş toplum değerlerinin de erozyona uğramasına neden olmakta ve Türk toplumu ile keşfedilmesi gereken insani ve toplumsal değerler arasındaki uçurumu da büyütmektedir. Sanırım Said’in Doğu kültürleri için bahsettiği “irrasyonellik” tam olarak böyle bir şey.
Günümüz Türkiye’sinde, kitle iletişim araçlarının tek bir sese hapsolmasından bu yana kitlelerin seyretmekten başka bir işlevi kalmamış ve dayatılan tüm materyalleri benimsemekten başka bir seçenek de Türk toplumuna bırakılmamıştır. Böylesine bir kitlesel tek tipleşme ile sindirilen ve bastırılan bireylerin zihinsel özgürleşimi ise oldukça zordur. Böylece, bireyliklerini iktidara adayan insanlar, ruhlarından arınmış bedenlerini yönlendirilmek, boş kafalarını ise suni yalanlarla doldurulmak üzere iktidarın kitle iletişim araçlarına teslim ederler. Böylece, Türk toplum yapısı gereğince zaten sorgulama yeteneğine hiç sahip olamamış bireylerin, dayatılan ve meşru kılınan siyasal ideolojiler ve akımlara şaşmaz bağlılığı garanti edilmektedir.
Böyle bir atmosferde düşünsel yelpazenin genişliği ve renkliliği ne derece varlık ve artış gösterebilir ki?
Düşünsenize 20. yüzyılda Anadolu coğrafyasında Müslüman bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldiğiniz için Türk ve Müslümansınız. Henüz siz doğmadan sizin adınıza milliyetinize ve dininize, yine siz ömrünüz boyunca savunasınız diye karar verilmiştir. Bireyin kendisine bir kimlik oluşturması, söz gelimi bir etnik gruba ait olması ve herhangi bir dine inanması genel olarak sorun değildir. Lakin sorun, kişiye sorulmadan empoze edilmiş bir takım kimliklerin ve sözde sorumlulukların nasıl kullanıldığında yatmaktadır. Sadece sizden olmadığı için ya da sizin gibi düşünmediği için bir başkasını aşağılamadan, hayatına ve düşüncesine müdahale etmeden önce sorgulamanız gereken koca bir benlik olduğunu unutmayın. Tabii benliğinizin kimde olduğunu biliyorsanız…
Benlik demişken, Türk toplumunun hatırı sayılır bir çoğunluğu kendi benliğinin kimlerin elinde olduğunu bilmiyor ve bana kalırsa bu Türk toplumu için yapılabilecek en kolay yorumlardan biridir. Çevresine dair bir bilinç geliştirmeye başladığı andan itibaren babasının ve büyüklerinin güdümünden ayrılmamış bir birey asla özgün ve özgür bir birey olamamış ve kendisini gerçekleştirememiştir. Babadan oğula miras gibi devredilen ve değişmesi mümkün olmayan siyasi ideolojiler ve sarsılmaz dinî inançlar; maalesef günümüz Türkiye’sinin gerçeği bundan ibaret… Kişilerin birey olamadığı insanlardan oluşan toplumlar en kolay evrilip çevrilebilen kitlelerdir. Bu gibi toplumlarda kişiler sürü psikolojisiyle hareket eder, çoğunluğun doğru dediğine doğru, öcü dediğine öcü derler. Bir fikrin insan düzleminde değiştirilemez olması, fikrin mutlak hâkimiyeti demektir, yani fikrini değiştirme eyleminde bulunamayan bir kimse, değiştiremediği o fikrin kölesi konumuna düşer. Oysa, bir düşünceye sahip olmanın en önemli şartlarından biri onu dilediğiniz zaman değiştirebiliyor olmanızdır.
Tüm bunların kazanımı ise iktidar mekanizmasını pek memnun edecek olan “klon karakterlerdir.” Bu kişiler, savundukları ideolojinin veya partinin bir zıttı olmadığı takdirde kendi savunduklarının da önemini yitireceği bilincinden âciz bir siyasi anlayışsızlığa sahiptirler. Oysa beyaz, siyah var olduğu için beyazdır. İnsan türü siyah ve beyaz renklerini karşı karşıya oturtup onlara zıt demiş olsa bile aslında ikisi de varlıklarını zıtlarına borçludur. Aslında siyah da, beyaz da, kendileri olabildikleri için zıtlarını var ederler ve zıtları kendilerince var olabildiği ölçekte var olurlar.
Türk toplumunun değerler, doğrular ve eylemler analizi konusunda bu denli başarısız olmasının sebebi ise gösterilen direnç ölçeğinde eylem yapamıyor olmasıdır. Türk toplumunun en büyük düşmanı, şüphesiz Erdoğan’ın öcüleştirdiği dış mihrak değil, süregelen toplumsal cehalet ile bilgiye ve gerçeğe ulaşma arzusunun yok edilmesidir.
Aslında, bahsettiğimiz tüm bu konularda, iktidar aygıtının, kitle iletişim araçlarını elinde bulundurduğu ölçüde başarılı olduğunu görmekteyiz. Kitle iletişim araçlarının ne derece güçlü olduğunu ise Türkiye’de yaşanan yıkıcı olayların nasıl sansürlendiğini ve hatta bazı durumlarda sansüre bile gerek kalmamasından anlayabiliyoruz. Kitle iletişim araçları ile iktidar mekanizmasının ilişkisini daha detaylı incelemek için yine bu platformda kaleme aldığım ilk yazıyı da okuyabilirsiniz.
Türk medyasının hazinliğine dair bir diğer örnek ise, bağımsızlık makamı olup tüm toplum kesimlerini kucaklaması gereken Cumhurbaşkanlığı makamının sırf rakibi oldukları için toplumun yarısını direkt ve dolaylı olarak aşağılaması, ötekileştirmesi ve hatta bazen deforme ettiği Türk yargısını dahi gerekeni yapmaya çağırmasıdır. İşin en acınası tarafı ise bağımsızlık makamının söylem yolu ile ifade ettiği şeylere, yargı yolu ile anında müdahale de bulunan ve Erdoğan’ın şahsi hukuk ordusu hâline getirilen Türk hukuk camiasıdır. Aslında satılmış Türk medyasının, satılmış Türk hukuk camiasının usulsüzlüğünü duyurmasını bekleyerek hata yapıyorum.
***
Tüm bunların sonucu olarak bugün karşımızda Kuzey Kore seviyelerine varan “fantazmagorik” bir toplum yapısı belirmektedir. Tüm dünya toplumlarının ve muhalif olan her düşüncenin rakip değil, direkt olarak düşman ilan edildiği bir ülke inşa ediliyor. Ne yazık ki başarılı da olunuyor. Türkiye’ye en uzak noktalardan biri olan Yeni Zelanda’yla bile yersiz ve popülist söylemler yüzünden kavgaya giriliyor…
Son olarak, Türk toplumu kendisine sunulan sözde dış mihraklarla uğraşmayı bıraktığı gün, aslında tüm bu olup bitenlerin iç mihraklar yüzünden olduğunu anlayacaktır. Tabii bunun için öncelikle televizyonların üzerini kalınca bir toz tabakası kaplamalıdır.
“Bir yerde herkes birbirine benziyorsa; orada kimse yok demektir.”
– Michel Foucault