Kürtaj’ın cezalandırılmasına dair haftalar üzerinden hesaplanan ve geliştirilen ithamları bir perspektife koyma denemesi…
Kıbrıs Türk Serbest Çalışan Hekimler Birliği (KTSÇHB), hamileliğin yasal olarak sonlandırılma süresini 10 haftadan 14 haftaya çıkarmayı öngören Ceza (Değişiklik) Yasa Tasarısı’nı şiddetle kınadığını bildirmiş. KTSÇHB Başkanı Remzi Gardiyanoğlu, yazılı açıklamasında bir bebeğin yaşam hakkına yasal olarak kastedilmesi için düzenleme yapılmak istendiğini savunmuş.
Bir hak olarak yaşam, doğum ile başlar. Bu uluslararası hukuk alanında üzerinde uzlaşı olan bir mevzudur. Doğum öncesi döneme dair yaşam hakkını tanıyan tek bir uluslararası belge, karar veya yorum dahi bulunmamaktadır. Tam tersine, yakın zamanda, Vo ile Fransa davasında, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) doğmamış çocuğun Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin yaşam hakkını koruyan 2. maddesi kapsamında bir birey olup olmadığına yönelik bir karar vermeyi reddetmiş ve bu davada yaşam hakkının ihlal edilmediğine karar vermiştir. Daha önce Birleşik Krallığa karşı Paton davasında, mahkeme, ceninin yaşam hakkının annenin haklarından ayrı değerlendirilemeyeceği ve annenin tercihleri doğrultusunda sınırlandırılabileceğine; Bruggeman ve Scheuten ile Federal Almanya Cumhuriyeti başvurusunda da, annenin tercih hakkını sınırlayan düzenlemenin özel hayata müdahale teşkil ettiğinden ötürü özel hayatın ihlalini teşkil ettiğine karar vermiştir.
Tıp alanında ise, kürtajın ne zamandan sonra yapılmayacağına ilişkin tartışmalar ise fetüsün rahim dışında yaşayabilme ihtimaline dayalı yapılmaktadır. Ancak bu değişken bir ölçektir. 24 ve 38 hafta arasında %40’dan başlayarak %80’e kadar değişir. Keza İngiltere’de hamileliğin 24. haftasına kadar kürtajın cezalandırılmamasının sebebi de budur. Ancak bu sürenin üzerinde olması durumunda da ‘insan öldürme’ olarak değerlendirilmez. Mevzunun annenin yaşam hakkına dayandığı şuradan da anlaşılabilir ki 24 haftanın üzerinde, hekim kurulu kararıyla annenin yaşamı tehlikede ise kürtaj yapılması hala Kabul ediilebilir. Kimi ülkeler ise yine tıp bilimine dayanarak, kürtaj olmanın yasal süresini birinci trimester diye isimlendirilen 12-14 hafta aralığına koyarlar. Bu yaklaşım, fetüsün Rahim dışında yaşayabilme ihtimali değil hamile kadının sağlığını dikkate alır. Sözün özü tıp biliminin bu konuya verebileceği kesin bir cevap yoktur. Yine de her halükarda, ‘cinayet’ olarak tanımlanan 14 haftalık süre her iki yaklaşıma göre uygundur.
Tüm bunlar doğrultusunda ceza yasası temelinde kürtajdan bahsederken, yaşam hakkını nerede arayacağız sorusunun cevabı, hem yasal kuralların temellendiği hem de üzerinde uluslararası alanda uzlaşı bulunan hukuk alanıdır. Hukuk alanında da yaşam hakkı kürtaj tartışmalarının neresinde diye soracak olursak cevabı açık ve nettir: bahsedilmesi gereken hamile kalan kişinin yaşam hakkıdır fetüsün değil.
Yaşam hakkı demişken… Yasal sürenin kısa tutulması, istenilmeyen hamileliklerde kadınları doğurmaya teşvik etmekten çok, onları merdiven altı olarak tabir edilen, güvensiz ortamlarda, yüksek meblağlara kürtaj olmaya iter. Bu, atanan cinsiyeti biz kadın olanların kendi deneyimlerimiz ve çevremizden bildiğimiz bir gerçektir. Bunu bizim kadar bir de sanırım devlet hastanesi dışında da çalışan sağlıkçılar bilir…
Kürtajın yasalarla sınırlandırıldığı birçok ülkede kadınlar tıbbi olarak güvenli olmayan ve dolayısıyla hayatlarını tehdit eden şartlar altında kürtaj olmaya zorlanmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre 2010 – 2014 yılları arasında, yılda yaklaşık 25 milyon güvensiz kürtaj yapıldı, bu sayının 8 milyonu da en az güvenli koşullarda, eğitimsiz kişiler tarafından tehlikeli ve invaziv yöntemlerle gerçekleşti. Güvensiz kürtajların sonucunda yaklaşık olarak 7000 vakada komplikasyonlar gelişti. Gelişmiş ülkelerde her 100,000 güvensiz kürtajda 30 kadın ölürken, gelişmekte olan ülkelerde bu sayı 220’ye çıkmaktadır. Her yıl hamile ölümlerinin %4.7 – %13.2’si güvensiz kürtaja bağlı gerçekleşmektedir.
Kaldı ki, 10 hafta içerisinde hamile olduğunu anlamak, kabullenmek, doktora başvurmak, devlet hastanesinin getirildiği durumda, özelde bu işlem için gerekli parayı bulmak ve işlemi gerçekleştirmek için yeterli bir süre değildir. Hele de, regliniz düzenli değilse; hele de altta yatan başka bir rahatsızlığınız varsa; hele de göç yasası sonrası işe alınmış bir memur ya da özel sektörde karın tokluğuna çalıştılan biriyseniz; ya da dilini bilmediğiniz bir ülkede yaşayan bir göçmen; ve hele de ler uzar gider…
Ancak açıklamada yaşam hakkı olabilme potansiyeli olanın ateşli savunusunun yanında, yaşamı fiili olarak var olan hamile kişinin yaşamına, bedensel ve ruhsal sağlık hakkına hiç değinilmemesi, hamile kalabilen, atanmış cinsiyeti kadın olan insanları geri plana itmekte ve tamamen yok saymaktadır. Kürtaj ile ilgili asıl ve temel özne olanların varoluşlarını değersizleştirmektedir. Kürtajı cinayet olarak tanımlamak, doğum kontrol yöntemlerine ücretsiz erişilemeyen, toplumsal cinsiyet temelli cinsel şiddetin bu denli yaygın, bunu dillendirmenin bu denli damgalanmaya yol açtığı, doğum halinde ise çocuk bakımının cinsiyetlendirildiği ve temel sağlık, bakım ve eğitime erişimin özelleştirildiği coğrafyamızda kadınların yaşam hakkı başta olmak üzere kanun önünde eşitlik, ayrımcılıktan korunma, sağlık, doğurganlık, eğitim, işkence ve kötü muameleye maruz kalmama gibi haklarını da tamamen göz ardı etmektedir.
Özetle, kürtajı ‘cinayet’, kürtaja baş vurmak zorunda kalan kadınları da böylelikle ‘katil’ olarak adlandıranların kadınlara bir özür borcu vardır. Buna kürtaj gibi yalnızlaştıcı, tabulaştırılan bir deneyime daha az kadının maruz kalması için erişilebilir ücretsiz doğum kontrol yöntemlerine, ancak bunların işe yaramadığı durumlarda da güvenli ve sağlıklı koşullarda kürtaja erişimi talep ederek, kadın deneyimlerine gözlerini açarak başlayabilirler. Bunu yapmazlarsa biz de onları bir bütünen değerlendirmek ve korumaya çalıştıklarının ne olduğuyla ilgili fikir yürütmek durumunda kalmamız yadırganamaz.
Bu bağlamda ilk akla gelen insan olma potansiyelliğine dayalı bir argümanıdır. Buna göre yaşam hamile kalınan zamandan itibaren başlar. Bu da 10 haftaya kadar kürtajı cezalandırmayan mevcut düzenlemenin hali hazırda yaşam hakkına yasal olarak kastettiği anlamını taşır. Oysa, açıklamada bundan şikayetçi olan bir tutum gözlenmemektedir. Her halükarda, gelişimine izin verildiği takdirde insan olarak dünyaya gelme ihtimali olan her şeyin bu ihtimalini engellemeyi yaşam hakkına kastedilme olarak algılanırsa, o zaman aynı muameleyi döllenmemiş yumurta, sperm, tüp bebek ünitelerinde üretilen fazla embriyolar vs.’ye de yapmak gerekecektir. Bu bağlamda da potansiyellik üzerinden yürütülen bir tartışma, açıklamaya konu ithamlara esaslı bir temel sağlayamaz.
Açıklamadaki anlayışa benzer bir şekilde, hamile olan kişinin isteği doğrultusunda hamileliğin sonlandırılmasını ‘yaşam hakkının gaspı’ olarak kabul eden en bilinen anlayış ise Hristiyanlık ile yakınen bağlı olan bir inanç sistemidir. Buna göre İsa peygamberin annesinin rahmine düşüşü günahsız doğum olarak adlandırılır ve hamileliğin başından itibaren de fetus kişi olarak görülür. Bir diğer yandan, bu anlayış ne tüm Hristiyanlık, ne de tüm tek tanrılı dinlere atfedilemez. Örneğin, islam dininde fetusun kişiye dönüşmesi “ruh kazanma” ile gerçekleştiği iddia edilir; bu da bir yoruma göre 40, bir diğerine göre de 120 günde meydana gelir. Tabii unutulmaması gerekir ki adanın kuzey yarısında yaşayanların, birçok dünya halkları gibi, dini temellere dayanarak kişileri cezalandırma eylemleri yıllar önce bırakılan bir uygulamadır.
KTSÇHB’nin amacının ne olduğunu, burada fikir yürütülen veya yürütülmeye çalışılan hangi kategoriden yola çıkmış olduğunu kesin olarak bilmek elbette mümkün değil. Ancak, hangisi olursa olsun meşruluğu oldukça tartışmalıdır. Kesin olan ise dayatmacı olduğudur. Çünkü kendi gibi düşünmeyenlere karşı yapılan itham ağırdır ve kendi düşüncelerine aykırı davrananlara ödetilmek istenen bedel cezalandırmadır, hapistir…
Bu ağır itham, temelsiz iddia ve dayatmacı zihniyet karşısında, meselenin öznesi olan biz kadınlara düşen de kürtajın 14 hafta gibi, sistemin bir çok disiplini tarafından hali hazırda ‘makul’ kabul ettiği bir sürede yapılmasının cezalandırılmamasını eşitlik mücadelemizle ilişkilendirmek, bu doğrultuda çekincesizce savunabilmektir. Bu, kadınların yaşamlarını değersizleştiren, görmezden gelen, sınıf körü siyasi ortamı değiştirebilecek başlıca yöntemlerdendir.