Richmond Palmer’ın adını duyunca tüyleriniz ürperir mi?
Peki ya John Harding’e karşı bir hissiyatınız var mı ?
Hugh Foot’un adını duymuş olmalısınız!…
John Hay’i biliyor olmalısınız! Onu bilmiyorsanız Garnet Wolseley’i kesin çıkaracaksınız.
Robert Biddulph kulağınıza tanıdık geliyor olmalı…
Peki ya Henry Ernest Bulwer, Walter Sendall, William Heynes Smith, Charles Anthony King-Harman’a dair birşeyler duydunuz mu?
Hamilton Good-Adams; John Clausan tanıdık gelir mi ?
Malcolm Stevenson hafızanızda yer edinmiş olmalı ama?
William Battershill, Charles Woolley, Winster, Wright’ı bilmeseniz de; Robert Armitage, Ronald Storrs ve Edward Stubbs’u duymuş olmanız gerekir.
Hiçbiri hakkında bilginiz yok mu?
Bilmemek ayıp değil, sorun yok.
Bu isimler 1878 – 1960 yılları arasında Kıbrıs Britanya’nın kontrolündeyken adayı yöneten valilerin isimleridir.
Biz Sir Münir, Fazil Küçük, R.R. Denktaş sıralamasıyla anlatılan hikayelerin esas kahramanlarının isimlerini dahi bilmiyor olmanız rahatsız edici değil mi ?
Bu bilgisizlik isimlerin yabancı ve zor olduğundan değil.
Kıbrıs sorunu tarihini kolonyal tarihi olarak değil de milliyetçi bir mücadele tarihi olarak öğrenmemizden kaynaklanır.
Öğrendiğimiz ve tarihi anlattığımız biçimin içinden çıkılmaz olduğunu bildiğimiz halde, bu şekilde tekrarlamayı seçtiğimiz için sorunu kavramakta da zorlanıyoruz.
Kurgulanmış iktidar ağlarının üzerinde, Helence veya Türkçe yaşanmış hikayelerle süslenmiş sapkın politik projeleri dinleyerek yola devam etmek isterseniz; artık bilmemekte değil öğrenmemekte ısrar etmiş olacaksınız.
Yukarıdaki isimleri ciddiye almadan; Sir Münir ile Lentios’u kıyaslayın; Panayalı Mouskos’u yada ritüel adı olan üçüncü Makarios ile Fazıl Küçük’ü, Grivas ile Denktaş’ı tartışın.
Ancak, Necati Bey ya da İhsan Ali’yi anlatmaya veya anlamaya çalışmayın. Zilliyetçi gürültüde kaybolan ve anlatılmayanları konuşmayın. Mesela, Sir Münir’e karşı Kavanin Meclisi seçimine katılan Dr. Behiç’in seçimden kısa bir süre sonra koloni idaresi mahkemesince işlediği cinayetin cezasını asılarak ödemesini kolonyal bir müdahale olarak sakın ama sakın dile getirmeyin.
Geçmişi tek bir pencereden anlamakta ısrar edin, ahmaklığın konforunu yaşamaktan geri durmayın.
Kıbrıs sorunu alimleri, uzmanları ve kendini tanıtırken adının önüne belli başlı sıfatları kullanmaktan çekinmeyen biri için idrak etmek zor mu? Bilmemek ayıp değil elbette ama öğrenmemek konusunda tartışmamız gerekmez mi?
Milliyetçi gürültüyle bize anlatılanların tutarlı olması için sessizleştirilen tarihi konuşmayarak, uzlaşmalı bir gelecek mi kuracaksınız ?
Gerçekleri başka bir kapsamda konuşmak yerine iki tarafın da ikna olacağı bir yalanı keşfetmekte ısrarcı olmanın başarısız olduğunu kavrayabilmek için kaç müzakere süreci daha geçmesi beklenecek ?
Kıbrıs’ın geleceğini farklı bir kapsamda konuşmaktan korkuyor musunuz?
Söyleyin…
Belirlenen çerçevenin dışına çıkınca “ölmekten” mi korkuyorsunuz? Geleceği kuracağınız toplumların arkanızdan gelmeyeceğini mi düşünüyorsunuz ? Yalnız kalmak mı korkunuz? Her gün medyada sizden bahsedildiğini görünce, yalnız olmuyor musunuz?
Söyleyin…
Korkuyu ilk söyleyen zaten gerçeğin kapısını da açmayacak mı ?
1878 – 1960 arasında bu ülkeyi yönetenleri konuşmadığımız gibi, 1960’dan bugüne kadar bu ülkede etki sahibi olanları konuşuyor muyuz ?
Emin Dırvana’yı duymuş olabilirsiniz ama Faruk Şahinbaş’ı da bilir misiniz?
Ercüment Yavuzalp’i, Asaf İnhan’ı tartışır mısınız ?
Peki ya İnal Batuyu?
1974’den önce ve sonra kritik dönemlerde TC büyükelçisi olan isimleri yeteri kadar tartışıyor muyuz ?
Peki ya 1974’den sonra adanın bölünmesinden sonra TC Büyükelçileri adanın yarısının yönetiminde etkin biçimde söz hakkı olduğunu kabul ediyorsak; Talat veya Eroğlu’nu konuştuğumuz kadar neden Candemir Önhon’u, Bedrettin Tunabaş’ı, Ertuğrul Kumcuoğlu’nu konuşmayız.
TC Elçiliği’nin adanın kuzeyindeki etkin rolünü neden sadece “hükümet olanlara” bırakıyoruz.
Turnusol etkisini bilmediğimiz zamanlar geride kaldıysa artık öğrenmemekte neden ısrar ediyoruz?
Tufan ile Kudret’i eleştirmek kolay ama kontrolsüz düzenin son dönemki efendileri Halil İbrahim Akça, Derya Kanbay veya Ali Murat Başçeri sadece protesto cümlelerinin ötesine geçmeye ikna etmemiz gerekmez mi?
Şeffaflıktan, hesap verebilirlikten bahsediyorsak; ada yarısındaki etkin bir gücün şeffaf bir şekilde hesap vermesini istemek normal değil mi?
1959’da 1960 Cumhuriyetini yaratan Makarios ve Küçük değil Averoff ve Zorlu’nun ve Selwyn Lloyd’un kararları olmuştu. Bu dengeyi belirleyen ise Hugh Foot olmuştu.
O zaman da kimse konuşmamıştı.
Kimse kurulan dengeyi de istememişti.
Ne olacağını bilmiyorduk, duygular ile mantığı eş zamanlı kontrol etmek istemedik.
Hatalar yaptık. Çok büyük hatalar…
Yaratılan kaos ve milliyetçi parodide hayatlarını kaybedenler oldu.
Son kararını da asla veremeyeceğimiz belli oyunda, sağ olamadılar ve bunun anlamsızlığını ve hesap verilemez halini; canımızı acıtan bayraklı, toplu, tüfekli seremoniler yaparken isimlerinin vatan sağ etmeye yarayacağına inandırıldık.
Gerçekleşmesi mümkün olmayacak fantastik politik projelerin kurbanlarına cevaplar vermek yerine, saçma politik projelerimizin anlamsızlığını tartışarak gelecekle yüzleşmemiz gerektiğini kabul etmek yerine mağdurların ailelerine işbirlikçi yapmayı tercih ettik.
Özür dilemek ve hesap vermek yerine maaş, arsa ve madalya ile rüşvet vermeyi uygun gördük.
Buralarda iktidar, övünç duyulacak değerleri unutturmaktan ve utanç duyulacak anılara sırtını dayamaktan vazgeçmez…
Yıl 2019, hala Kıbrıs’ın geleceği tartışılıyor. Gelecek, geçmişe tutsakken…
Bilmemek ayıp değil elbette ama bunca yaşadığımız şeyden sonra en azından neleri öğrenmemeye direndiğimiz konusunu ciddi ciddi oturup tartışmak gerekmez mi ?