1969’da, Fransız yazının zirvesinde, radikal bir psikanalist tanınmış bir felsefeciyi aramaya çıktı. Üç saat boyunca güneye, orta Fransa’nın ormanları ve büyükbaş hayvan çiftlikleriyle bilinen bir bölgesi olan Limousin’e direksiyon salladıktan sonra, aradığı adamı evde yatağında, veremli ciğerini aldırdıktan sonra nekahette buldu.
Yüzsüz, sokulgan bir psikoterapist olan Félix Guattari, münzevi profesör Gilles Deleuze’ü böyle buldu. Hemen uyum sağladılar. İkili, ömür boyu dost olacaklar ve entelektüel işbirlikleri, günümüzün en kışkırtıcı felsefi polemiklerinden bazılarını üretecekti.
Bu ilk karşılaşmadan önce, bu adamlar arasındaki kuvvetli kişisel kimyayı çok az insan tahmin edebilirdi. 44 yaşındaki Deleuze çok daha yaşlı gösteriyor olmalıydı. Sağlığı kötü olduğundan ve nefes darlığı çektiğinden seyahat etmeye gönülsüzdü ve Lyon Üniversitesi’ndeki görevini rahatça sürdürmeyi yeğliyordu. Guattari ise kendini adamış bir aktivistti, bir önceki akıl hocası psikanalist Jacques Lacan’dan, parti çizgisini izlemeyi reddederek yakın zamanda yolunu ayırmıştı. Şimdi 39 yaşındaydı ve Loire Valley’de alışılmadık bir psikiyatri kliniği olan La Borde’da çalışıyordu. Burada grup fantezisi üzerine yaptığı çalışma Deleuze’ün ilgisini çekmişti. Ama Guattari yazar tıkanmasından da mustaripti ve filozofun bunu aşma konusunda kendisine yardımcı olabileceğini umuyordu.
Francois Dosse, 2007 tarihli çifte biyografisinde, ‘Böylesine farklı hassasiyetlere ve tarzlara sahip böylesine farklı iki adam, nasıl oldu da 20 yıldan uzun süre boyunca kendi entelektüel gündemlerinin peşinden gidebildiler?’ diye soruyordu. Bu sorunun cevabı ve ittifaklarının gizemi, kimliğe karşı besledikleri ortak güvensizlikti. Deleuze ve Guattari, kararlı şekilde bireycilik karşıtıydılar: ister siyaset ister psikoterapi isterse felsefe alanında olsun, bireyin, gerçekliğin tabiatını gizlemek üzere tekmil edilmiş bir aldatmaca olduğunu göstermek için çabalıyorlardı.
İlk işbirliklerinden itibaren, ikili, bireyin saltanatının olmadığı bir gelecek hayal ederek, bireycilik karşıtı çeşitli düşünce akımları geliştirmeye devam edeceklerdi. Bu dünya görüşü yalnızca ne söylediklerinde değil, nasıl söylediklerinde de – tuhaf ve olağan dışı ölçüde simbiyotik bir diyalog içinde yazmak, düzeltmek ve yeniden yazmak – belirgindi. İkili, Dosse’nin deyişiyle ‘bir varoluş, düşünüş ve dünyaya tepki koyuş topluluğu’ farz eder bir tarzda çalıştılar. Tarihsel olarak boyunduruk altına alınmış kimliklerin geri kazanılmasını zorlamak yerine, Deleuze ve Guattari, bireysel öznenin kendisini tanımlayan ve sınırlarını belirleyen ayrımları ortadan kaldırmaya çalıştılar. Bu çabanın sonucu bugünün yaygın bazı kimlik siyaseti biçimleriyle pek uyuşmayan, ilerici, Marksizm’den ilham alan, antikapitalist bir haz siyaseti oldu.
Guattari’nin birey meselesi ile ilk karşılaşması, siyasal örgütlenme içindeki ilk eğitiminden gelmiştir. İkinci Dünya Savaşı 1945’te sona erdiğinde Guattari sadece 15 yaşındaydı ama çoktan Fransız Komünist Partisi’nin toplantılarına katılmaya başlamıştı ve Fransız Direnişi ile yakın bağları olan Öğrenci Yurdu hareketinin bir üyesiydi. Yetişkin ömrünün geri kalanını, kabul edilmiş siyasi programların sınırlarını sürekli zorlayan bir militan olarak geçirdi. Troçkist grupçuklar örgütledi ve Komünist Parti liderliğine meydan okuyan ayrılıkçı gazeteler çıkardı.
Guattari’nin hiç bitmeyen ajitasyonunun sebebi tek bir cümlede özetlenebilir: ‘Stalinizm tehdidi.’ Guattari Rus Devrimi’nin kolektif iradesinin bürokratik devlet komünizminin hiyerarşik güç yapısı içinde çöktüğünü gördü. Artık, aynı sürecin katıldığı her grupta küçük çaplı yaşandığını görüyordu. Başlangıçta mücadele ne kadar komüncü olursa olsun, er ya da geç kolektif irade bireysel arzuların rekabeti içinde çözülüyordu – en sonunda bir şahıs, diğerleri pahasına lider olarak yükseliyordu. İşbirlikleri neden daima hiyerarşilere çözülüyor, diye soruyordu kendine. Grup birleşik bir ses kazanmak yerine neden atomize oluyor?
1953’ten itibaren Guattari psikoterapist olarak çalıştı. Bir kez daha, psikoloji disiplininin bireylere olan takıntısına katlanamadığını gördü. Eğitimini, Sigmund Freud’dan bu yana en etkili psikanalistlerden biri sayılan Lacan ile tamamladı ama mesleğini özel muayenehanesinde sürdürmek yerine yatılı tedavi gören psikotik hastalarla çalıştığı büyük bir devlet hastanesini tercih etti. La Borde, komünist çizgide faaliyet yürüten deneysel bir kurumdu: doktorlar işlere yardım ediyorlar ve hastalar ile personel hastaneyi birlikte idare ediyordu. Burada Guattari hastaları hasta eden şeyin kendi özel patolojileri değil, bir tür toplumsal yabancılaşma olduğuna ve doktorların, hemşirelerin ve geleneksel tıp sistemlerinin insani olmayan faaliyetlerinin, bu sorunu daha da kötüleştirdiğine inanmaya başladı.
Bu görüş ana akım tedavi anlayışı ile çelişiyordu. Geleneksel olarak psikanalitik teknikler, analiz eden ile edilen arasında birebir görüşmelere göre tasarlanmıştı. Dolayısıyla psikoz temel olarak tedavi edilemez görülüyordu, çünkü psikozu olanlar kendi analistleri ile gereken akdi ilişkiyi sürdüremiyorlardı. Guattari bu sorunu aşmak için, tüm hastaneyi tedavinin bir aracı haline getirmeye çalışan, gruplara yönelik psikanalitik metotlar formüle etti. Psikoz aslında bir tür yabancılaşma idiyse, o zaman bununla ancak toplumsallaşma yoluyla mücadele edilebileceğini gördü, bu ise güçlü bir bireylik algısının oluşmasına değil, bir grup insanın bir arada çalışabilme becerisine dayanıyordu.
Siyasi örgütçü ve terapist olarak Guattari, işbirliğini güçlendirmeye konsantre oldu. La Borde’da teknikleri arasında hastaları, kalıcı ilişkiler geliştirebildikleri, sanat ve tiyatroya yönelik ‘terapötik kulüplere’ katılmaya teşvik etmek vardı. İnsanlara topluma yeniden entegre olabilmelerini sağlayacak araçlar vermeye çalışırken, Guattari, ‘artık bireye dayanmayan yeni öznellik biçimleri inşa etmenin’ gerekli olduğunu söylüyordu. Siyasi arenada, Guattari, ‘komünist partilerin merkeziyetçilik hastalığının, liderlerinin kötü niyetlerinden ziyade kitle hareketleri ile kurdukları hatalı ilişkilerden kaynaklandığını’ öne sürüyordu. Hiçbir zaman – ister şizofren ister Stalinist olsun – belirli bir şahısla değildi sorunu, grupların ayrık birimlere bölündüğü, birbirlerinden ve kendi yaşamlarından ayrıldığı süreçleydi derdi.
1968 yazında, başlangıçta La Borge’dan epey uzakta, devrimci bir ateş Fransa’yı kasıp kavuruyordu. Öğrenciler ve fabrika işçileri tüketimci kapitalizmin yıkıcı güçlerine yanıt olarak gösteriler düzenliyor ve büyük genel grevler örgütlüyorlardı. Ayaklanma kendiliğindendi ve hiçbir müesses sol kurum tarafından desteklenmiyordu; ne işçi sendikaları ne de Fransız Komünist Partisi. Guattari önde gelen şahsiyetlerden ve örgütleyicilerden biriydi ama akıl hocası Lacan histeri diyerek gösterilerin üstünü çizmişti. Guattari için bu bir ihanet anıydı: Komünist Parti burnunun ucunda yaşanan devrimi göremiyorsa ve Lacan sokaklara taşan kolektif arzunun gücünü anlamayı reddediyorsa, bir şeyler yanlış olmalıydı.
Guattari’nin Deleuze’ün çalışmaları ile tanışması bu sıra oldu. En sonunda, terapötik ve siyasi amaçlarının entelektüel tamamlayıcısını bulduğuna inanıyordu. O dönem Deleuze’ün bilimsel çalışmaları arasında, David Hume, Baruch Spinoza, Immanuel Kant ve Friedrich Nietzsche gibi önde gelen Batılı filozoflar üzerine çalışmalar vardı. Daha ‘özgün’ iki başka eseri daha vardı, Difference and Repetition (Fark ve Tekrar, 1968) ile The Logic of Sense (Anlamın Mantığı, 1969). Deleuze Batı düşüncesinin tarihinin, en azından Plato’dan bu yana, düşüncenin kendisinin tabiatına dair bir dizi illüzyonun esiri olduğunu savunuyordu. Öncelikle, birçok filozofun varsayımının aksine, düşünce temsili değildi – yani dünyanın doğruluk derecelerine dayalı olarak doğru veya yanlış şeklinde değerlendirilebilecek resimlerini çıkararak işlemiyordu. Tersine, diyordu Deleuze, düşünce yaratıcıdır ve daima hakkında düşündüğü şey ile bağlantılıdır.
Deleuze ikinci olarak ise, Batı felsefesi kanonunun, düşünceyi dünyayı temsil edebilme becerisi üzerinden değerlendirmesi sebebiyle, aynılık ile doğruluğu esas kabul ettiğini öne sürüyordu. Plato ve Descartes bunun iki örneğiydi. Biçimlerfelsefesinde Plato, belirli herhangi bir varlığın, niteliklerini kendi idealize edilmiş, soyutlanmış biçimini yansıtarak kazandığını söylemiştir. Bu biçim – ki yalnızca kendisi bakımından özdeştir – bilginin temeli olarak alınır. Bir insan ancak kendi ideal biçimini temsil ettiği sürece bir insandır ve bir insanın ne olduğunu bilmek, ‘insanın’ biçimini bilmektir. Benzer şekilde Descartes’ın ‘Düşünüyorum, öyleyse varım,’ sözü kimliğin ve bireyin merkeziliğini esas alıyordu. Buna göre bir şahsın kendisini bilme yetisi, diğer tüm bilgileri mümkün kılan şeydi. İki örnekte de, anlamanın temeli eşsiz, bireyselleştirilmiş ve değişmez bir şeyden kaynak alıyordu. Yani birey hakikatin örnek modeliydi.
Deleuze için böyle değildi. O, düşüncenin kimlikten değil, farktan ileri geldiğini öne sürüyordu. ‘Temsil, farklılığın olumlanmış dünyasını yansıtmayı başaramaz’ yazıyordu – bu yüzden kimliği temel almayan yeni bir düşünme şekli, yeni bir felsefe yapma yolu bulmamız gerek. Aslında, bize deneyimde bir birey olarak görünen şey, bu ister tek bir taş isterse tek bir şahıs olsun – kimliğini ancak birbirleri ile sürekli gerilim içinde olan farklı güçlerin bir etkisi olarak kazanır. ‘Taş’ diye soyut bir kavram yoktur, birbirinden ancak bir kuşun bir ağaçtan farklı olduğu kadar farklı olduğu iddia edilebilecek birden çok taş vardır. Temsili düşünce aksi gibi gösterebilse de, dünya farklılıklardan oluşur, bireylerden değil.
Mayıs 1968 olaylarının ateşlediği Guattari, Deleuze’ün kitapları üzerine bir makale olan ‘Machine and Structure’ı (Makine ve Yapı, 1971) yazdı. Burada, sokaklarda gerçekten ne olup bittiğini anlatma çabasıyla, Deleuze’ün argümanlarını Lacan’a karşı kullandı. Lacan herhangi bir birey ile onun arzu nesnesi arasındaki ilişkiyi belirliyor görünen bir dizi yapısal kural tanımlamışken, Guattari arzunun kolektif ve üretken bir güç olduğunu göstermek istedi. Lacan’ın bilinç dışını bireysel arzuların sahne aldığı bir tiyatro olarak ele almasına karşı Guattari bunun daha ziyade sürekli arzu üreten bir makine veya fabrika gibi olduğu fikrini savundu. Lacan Guattari’nin makalesini kendi otoritesine bir tehdit olarak algıladı ve yayınlanmasını engellemeye çalıştı. Ustasının bu küçümsemesine takmayan Guattari makalesini doğrudan Deleuze’e gönderdi – işte bu kader buluşmasının arkasında bu vardı.
Dostluklarının ilk ayları geniş bir aralıkta özgün fikirler ortaya çıkmasına neden oldu. Deleuze, Guattari’ye sıkı bir düzenli faaliyet önerdi: sabah kalkıp ilk iş yazı yazacaktı, taslakları hiçbir düzeltme yapmadan doğrudan Deleuze’e gönderecekti. ‘Deleuze Felix’in elması çıkaran madenci, kendisinin ise elması parlatan olduğunu söylüyordu,’ diyordu La Borde’un hemşirelerinden biri olan Arlette Donati. İşbirliği en çok yazışmalar üzerinden gerçekleşti, ancak ikili her Salı öğleden sonra Deleuze’ün evinde buluşuyor ve çalışmalarını tartışıp dikkatle inceliyordu.
Bu ateşli ilk sohbetlerin notları, ilk kitapları olan Anti-Oedipus’un (Anti-Ödipus, 1972) temelini oluşturur. Burada Deleuze ve Guattari, siyasetteki mevcut durumu psikanaliz ve felsefedeki eksikler ile bağlantılandırarak arzu ile gerçeklik arasındaki ilişkiyi açıklamaya girişirler. Arzunun maddi dünya ile etkileşim içinde olduğunu göstermek ve siyasetle nasıl iç içe olduğunu incelemek istiyorlardı.
Özellikle de şunu merak ediyorlardı: devrimler neden başarısız oluyor? İnsanlar neden özgürlük zannederek aslında kullukları için mücadele ediyordu? Kitlesel hareketler neden kitlelerin çıkarlarının zarar görmesi ile sonuçlanıyordu? Hem Hitler hem de Mussolini halk hareketleri ile iktidara gelmişlerdi. Bu yüzden Deleuze ve Guattari, faşizmi anlamak için insanların neden faşizmi arzu ettiğini anlamak gerektiği sonucuna ulaştılar. ‘Hitler faşistleri tahrik ediyordu. Bayraklar, uluslar, ordular, bankalar epey insanı tahrik ediyordu,’ yazıyordu Deleuze ve Guattari, Anti-Oedipus’ta.
Arzunun bireysel olmadığı, daima basit şahıs çıkarı ile aynı çizgide gitmeyip insanların arasında dolaştığı, insanları yönlendirdiği, Deleuze ile Guattari’nin tezinin merkezinde yer alıyordu. Arzunun büyük gruplarda nasıl işlediğini analiz etmeye çalıştığınızda, onun ne birleşik ne de kolayca bölünebilir olduğunu görürsünüz. Arzunun, esasen ‘herhangi bir tekdüzeliğe indirgenemez bir olumlama’ olduğunu söylüyorlardı. Ancak ‘çokluk’ dedikleri şey üzerinden anlaşılabilirdi: kendisini oluşturan varlıklara ayrılamaz bir çokluk.
Arzu illa ki bireysel olanla aynı çizgide olmasa da, kapitalist toplum tüm arzunun bireysel yoldan gerçekleşmesi için elinden geleni yapar. Freud arzuyu ilk inceleyenler arasındaydı ama çalışmaları bireysel hastalarının arazlarına yoğunlaşıyor ve bunları gereken şekilde tarihsel bir perspektiften incelemiyordu. Freud’un teşhis koyduğu ve 21. yüzyılda toplumu salgın gibi etkilemeye devam eden nevrozlar, tarihsiz patolojiler değildi. Aksine, kapitalizmin zaman içinde arzuyu gemlemek ve bir dizi kısıtlayıcı izleğe hapsetmek üzere gelişmesinin sonuçlarıydı.
Çekirdek aile örneğini ele alalım; Deleuze ve Guattari’ye göre, insanları bir Ödipalleştirme süreci üzerinden biçimlendiren tarihsel bir inşadır çekirdek aile. Çocuklara arzularını bir aşk nesnesine, yani babada cisimleşen güçlü bir yasa tarafından erişimleri dışında tutulan anneye yönlendirmeleri öğretilir. Bunun sonucu, kendini çalışmaya, patrona itaate, komşularıyla rekabete ve sonsuz şekilde meta tüketimine veren pasif bireysel öznedir. Psikanaliz kapitalizmin polisi rolünü oynayarak psikolojik sapmaları tespit eder ve bunları iyi çocuk ve iyi işçi imajında reforme eder.
Anti Ödipus, bir yönüyle Freudyen bir Marx eleştirisi olarak okunabilir. Marksist söylem katalitik kolektif aksiyon momentlerini hesaba katmamıştır çünkü arzunun mekaniğini anlamamıştır ama belki Freudyen arzu konseptini işe dahil etmek suretiyle yeniden canlandırılabilir. Ama kitap ters yönde de işler, Freud’un Marksist bir eleştirisidir, psikanalizi Marx’ın tarihsel emek anlayışı ile ihya etmeyi ister. Bunun sonucunda ortaya çıkan Freudo-Marksizm, ikilinin ‘şizoanaliz’ dedikleri bir tür psikanalitik antropolojidir: arzu tarihinin, üretken ve şahsi olmayan bir dünya-yaratıcı güç olarak anlatısı.
Şizoanalisti psikanalist ile siyasi ajitatör arasında bir yere koyun. Bu figürün rolü bilinçdışı arzu süreçlerinin şifresini çözmek ve bunların devrimci potansiyelini belirlemektir. Deleuze ve Guattari, şizoanaliz üzerinden siyasi değişim getirmek için üç aşamalı bir uygulama savunmuştur. Birincisi, kapitalizmden sapan arzu süreçlerini bulmak; ardından sermayenin kısıtlamalarından kurtulmalarını sağlamak için bunların her birini en aşırı sonuçlarına dek izlemek; ve son olarak, bu farklı süreçleri ‘moleküler bir devrim’ yaratacak şekilde hizalamak.
Bu tam olarak ne anlama geliyor? Deleuze ve Guattari böylesi bir devrimin neye benzeyeceğini önceden bilmenin imkânsız olduğunu savundular. Önceden bir plan uyarınca uygulamaya geçmek yerine, deneyimleme siyasetini önerdiler. Fransız oyun yazarı Antonin Artaud’nun ‘zalimlik tiyatrosu’nun bedensel eziyetleri ile Amerikalı yazar William S Burroughs’un uyuşturucu etkisindeki maceraları, Deleuze ile Guattari’nin alternatif arzu organizasyonlarının nasıl araştırılabileceğine dair favori örnekleriydi.
İkili bu girişime kimin dahil olabileceğine çok geniş baktılar. İşçi sınıflarının değişimin anahtarı olduğuna dair geleneksel Marksist görüşü reddederek, tüm marjinal grupları birleştirecek daha geniş bir çerçeve istediler. Patriyarka (kadınlar), ırkçılık (renkli insanlar) ve heteronormativite (şimdi LGBT topluluğu dediklerimiz) tarafından ezilenlerin tümü aynı despot ve emperyal kapitalizm makinesi sebebiyle acı çekiyordu. Ancak bu ‘azınlıkların’ birliği ile antikapitalist devrim başarıya ulaşabilirdi. Bireyselliğin felsefi imgesi bağımsız beyaz erkek özne figürüne dayandığından, bireysellik en sonunda kadın-oluş, azınlık-oluş süreci üzerinden defedilebilirdi.
Anti Ödipus pek çoklarını huylandırdı. Lacan deliye döndü ve seminerlerinde bu metnin tartışılmasını yasakladı. Birçok solcu, Deleuze ve Guattari’nin amaçlarına sempati duysa da, pervasızlıklarını ve sapkınlıklarını kınadı. Bu eleştirilere rağmen (ve belki de bu eleştiriler yüzünden) kitap büyük başarı kazandı, tüm baskılar günler içinde tükendi ve Le Monde’da iki sayfalık bir eleştirisi yayınlandı.
Mesele sadece içeriği değildi, biçimleri ve çalışma tarzları da tartışma yaratıyordu. Deleuze ve Guattari’nin kitapları adeta çok sesli idi ve iki yazardan birine indirgenemiyordu. ‘Her birimiz sayısız olduğumuzdan, zaten bir kalabalıktık’ demekteydiler Anti Ödipus’un devamı olan A Thousand Plateaus’da (1980). Bu duyguyu Guattari daha sonra şöyle anlatacaktı: ‘Çok farklıyız… Ben maceralı şeylere daha yatkınım; yabancı toprakları ziyaret etmeyi seven bir kavram komandosu diyelim. Gilles ise felsefi bir ağırsıklet, bibliyografyaya tam vakıf.’
Bu şekilde çalışarak geçirgen olmayan, steril bir bireysellik eğilimi ile mücadele etmeye çalıştılar, hem pratik hem de teorik anlamda. A Thousand Plateaus, jeolojiden dil bilime, moleküler biyolojiden resme, şiirden ekonomi politiğe kadar baş döndüren bir konu çeşitliliği sergileyen 15 bölümden oluşur. Burada, kimlik eleştirileri bin küçük değerlendirmeye parçalanır. Farklı soruşturma alanlarını birbirinden bağsızmış gibi ele almak yerine, Deleuze ve Guattari, bir disiplinin bir diğerinin içine, aralarından herhangi birinin merkeziliğine meydan okuyacak şekilde sızdığı noktayı göstermeye çalıştılar. En nihayetinde amaçları, düşünceyi dışına açmak ve teorik çalışmanın kendi içine kapanma eğilimine karşı gelmekti.
Anti-Oedipus ve A Thousand Plateaus Deleuze ile Guattari’nin tek işbirlikleri değildi ve her biri kendi projelerine de devam ettiler. Deleuze sinemanın potansiyeli ve diğerlerinin yanı sıra Gottfried Leibniz ve Michel Foucault felsefesi üzerine kapsamlı şekilde çalıştı; Guattari, ruhsal ekolojimiz, politik ekolojimiz ve gezegenimizin ekolojisi arasındaki etkileşimleri açıklayabilecek yeni tür bir ekolojik düşünceyi savundu. Son işbirlikleri What is Philosophy? (Felsefe Nedir?, 1991) sorusunu ele alıyordu. Ne yazık ki Guattari o yıl daha sonra kalp krizinden öldü ve Deleuze cenazesine katılamayacak kadar hastaydı. Nefes darlığı peşini bırakmıyordu ve çalışamayacak kadar hastaydı; sonunda, Guattari öldükten üç yıl sonra Paris’teki dairesinden atlayarak yaşamına son verdi.
‘İki farklı insan gibi işbirliği yapmıyoruz. Bir üçüncüyü oluşturmak – ki bunun biz olduğunu sanıyorum – için bir araya gelen iki ayrı akım gibiyiz,’ demişti Deleuze. Ya da Guattari’nin deyişiyle, ‘aramızda gerçek bir muhalif siyaset söz konusu, bir kült değil, daha ziyade her birimizi diğerinin özgünlüğünü anlama ve kabul etmeye sevk eden bir heterojenlik kültürü.’ İkili yalnızca birbirleri ile çatışma içinde kimliklerini koruyarak değil, aynı zamanda kendilerini farklılıkların beslenebileceği bir yer olarak kabul ederek çalıştılar. Limousin’deki o ilk görüşmeden itibaren bir çokluktu doğan.
Kaynak: aeon.co
Türkçe kaynak:
https://dunyadanceviri.wordpress.com/2018/03/03/yaratici-bir-cokluk-deleuze-ve-guattarinin-felsefesi-edward-thornton/