Geçtiğimiz günlerde Amerikan dış politikasında Suriye konusunda önemli bir değişiklik yaşandı. Amerika bölgeyi önce Suriyelilere, sonra Rusya’ya ve son olarak da Türkiye’ye devretti. Ardından gelen haberlerde Türkiye dışişleri seçimleri Esad kazanırsa, bu sonucu kabul edebileceğini söyledi.
Savaşa dahil olduğundan beri, Suriye’nin toprak bütünlüğünü koruma yönünde tavır gösteren Rusya, bundan sonra bölgedeki en önemli güç olacak. Buna paralel olarak, Amerika ile arabuluculuk yaparak, Rusya’nın bölgedeki gücünü kabul eden Türkiye ise, Kürtlerin güçlenmemesi karşısında makul komşu rolünü oynamayı kabul etti. Amerika’daki Suriye Demokratik Konseyi Başkanı Bassam İshak’ın açıklamalarına göre, bu anlaşmada Türkiye 400 mil uzunluğunda, Doğu Suriye’nin 25 mil derinliğinde toplam 10000 mil karelik alanı talep ediyor. Bu alan 10 bin mil kare, yani yaklaşık 25900 kilometre kare. Kıbrıs adasının 3 katı büyüklüğündeki bir alanı tampon bölge olması anlamına geliyor.
Tampon bölgelere, “geçici” askeri konumlanmalara alışık olan Kıbrıslılar için aslında bu Türkiye’nin topraklarını doğu yönünde genişletmesi ile ilintili bir hamle olarak görülmeli. Lozan Antlaşmasını sorgulayan, 2023 hedefleri olan ve Osmanlıyı yeniden tanımlayarak yaşatmak isteyen Yeni Türkiye’nin sınırlarının genişletilmesine yönelik tutum Türkiye’nin dış politikada on yıllardır sürdürdüğü NATO çizgisinden Avrasyacı çizgiye kaymasının en önemli örneklerinden biri olarak görülmeli.
Doğu Akdeniz’de, Rusya, Amerika, Türkiye, Avrupalı diğer devletler yeni bir paradigma yaratırken, bölgede bulunan ülkelerin de etkilenmesi son derece normal. Esas sorulması gereken soru ise; bölgede dengeler değişirken, Kıbrıs değişime karşı statükoyu devam ettirebilir mi? Peki ya Kıbrıs – Mısır – İsrail – Yunanistan ve İtalya arasında ortaya konulan siyasi irade beyanlarının anlamı nedir?
Kuşkusuz, 1974 yılı Kıbrıs için bir milattır. Yunanistan’daki albaylar cuntasının akıl almaz bir maceraya kapılarak sınırlarını genişletme niyetiyle gerçekleştirdiği darbenin yarattığı koşullar, Kıbrıs’taki iç huzursuzluk ortamını uluslararası ölçekli bir savaşa dönüştürdü. Aynı zamanda da, Türkiye’nin genişleme arzularına yönelik arzularına yönelik ideolojik bir alanın yaratılmasına olanak sağladı. 1974 yılından beri Türkiye için Kıbrıs’ın kuzeyindeki bölgesel toprak kontrolü, modern tarihini Osmanlı mirası ile beslemesi için akıl almaz bir olanak sundu. İzleyen yıllardan bugüne, balkanlar ve doğu akdenizde defalarca savaş çıkmasına rağmen, Bosna, Filistin ya da Irak, Türkiye’deki tüm iktidarları tatmin edecek koşullar, hikayeler ve devlet hafızasını güçlendirecek bir tatmin yaşatmamıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlıcı akımının mutlak bir cephesi olan Kıbrıs ile ilgili izlenen siyaset, milliyetçi – demokratları, milliyetçi – sosyalistleri, ülkücüleri rahatlatmıştır. Bazen konu batı emperyalizmine indirilmiş bir yumruk olarak aktarılarak Avrasyacılar tarafından sahiplenilmesi sağlanırken, “Rumların işlediği cinayetler” ön plana çıkarılmış mesele liberal bir “insani müdahale” konusu olarak ele alınmıştır.
Tarihin yer çekimi gücü bugünü değil tarihin ağırlığını çeker. Güncel sorunlar yada başarılar, tarihin gölgesinde kalmaya mahkumdur. 1974, Türkiye’nin devlet aklının (akıllarının) tümüne uygun düşecek bir zafer anlatısı olarak tercih edilmiştir. Bu zaferin Türk milliyetçiliğinin fabrika ayarlarına uygunluğu çok güçlüdür. Bu yüzden 1974’e yönelik anlayışı değiştirmeyi mümkün kılacak olan adım, ancak daha büyük bir askeri zafer; daha büyük bir toprak kazanımı ile mümkün olabilir.
Bu yüzden de kamuoyunun ezber cevaplardan kendine uygun olanını seçmesinin üstesinden gelmek mümkün değildir. Türkiye kamuoyunda sol, liberal, muhafazakar, milliyetçi öğeler Kıbrıstaki Türkiye varlığını bir tür kolonyalizm olarak okumayı reddetmektedir. Esas olan mağduriyet söylemine aşina, İmparatorluk hafızasını canlı tutan bir halkın, toprak kazandığı bir zaferinin olmasıdır.
Kıbrıs’taki Türkiye varlığı, askeri, ideolojik, kültürel boyutlarda dahil olmak üzere karşılıklı mütekabiliyet ve iyi komşuluk ilişkileri üzerinden değil, ana yavru ilişkisinden okunmaktadır. Hiç büyümeyen bir çocuk yaratan Türkiye Cumhuriyeti, çocuğun bir türlü büyüyememiş olmasını görmezden gelmekte, ne de bu anomaliyi düzeltmeye girişmektedir.
Türkiye, yavru olarak isimlendirdiği coğrafyayı sömürmekten bir beis görmemektedir.