Durdu, uzun uzun baktı. Evin salonunu kapsayan sessizliği bozmak istemezcesine usulca yanaştı. Gözlerini üzerine dikti. Hafif bir gülümseyişten sonra, “Gözlerime bak” dedi. Gözlerine baktı. Gözlerinin içinden tüm geçmişi hızla geçerken (hayal kırıklıkları, ihanetler, aldatmalar, aldanmalar, kendinden kaçmalar, kendi için kaçmalar, kendine kaçmalar, kendinden geçmeler, sayıklamalar, hastalıklar, yalnız bırakılmalar, yalnız bırakmalar, kazık atmalar, kazıklanmalar, bağırışlar, kavgalar, ezilmeler ve ezmeler, başarısızlıklar, yenilgiler, hep yanlış yola sapmalar, kırılmalar -ki en çok da tutunduğu dallar kırılıyordu- tutunamamalar, çığlıklar, pislikler, geceleri sokakta bir başına bırakılmalar, geceleri sokakta birilerini bir başına bırakmalar, panik ataklar, yüzlerce cevapsız çağrılar, yüzlerce çağrısız cevaplar, soruları tükenmiş cevaplar, cevaplarını bulamamış sorular, hastane köşeleri, yurt koridorları, yarım bırakılmış kitaplar, hiç başlanmamış kitaplar ve kaybedilmiş kavgalar, kolililer, sık sık yer ve yurt değiştirirken eşyalarını taşımak için yaptığı koliler, eşyalarını kaybettiği yolculuklar, anılarından eksildiği yollar, kendinden eksildiği, fazlalaşırken yoksunlaştığı yollar, kavuşamamalar ve ayrılamamalar, havaalanları, otobüs garları, iskeleler, iç hatlar ve dış hatlar, içine döktüğü küller, dışına atamadığı zehirler ve daha bir çok uğultu ve sis içinde kayboluşlar, bulamamalar) “ağzın süt kokuyor çocuk” dedi. Bunu hep derdi!
Bir süre sohbet ettiler. Sohbete başlamalarıyla sanki de hayatlarında bir parantez açılmıştı. Sohbet biteli çok oldu ama parantezi kapatmayı unuttular. Şimdi kapatılmamış parantezin içine dünya dolusu hiçlik akmakta. Akarken bir afete dönüşüyor, varolamama afetine. Kapılıyor, sürükleniyor ve gidiyor.
***
Durdu, uzun uzun baktı. Artık kapalı bir kutuya dönüşmüştü. Aynanın kaşısında “gözlerime bak” dedi. Gözlerinin içinden hiçbir parantez açılamıyordu. Saplanıp kalmıştı. Kendisine ait olmayan, kapanamayan parantezlerin arasına, başkalarının hikayesinin içine, kendinden verdiği ve kendinden olmayan ne varsa oraya.
Hiçbir şey aramadı. Kendini bile. Çünkü bulamayacağını biliyordu.
Hiçbir şey beklemedi. Kendinden bile. Başarılı olmak gibi bir gayesi, iktidar sahibi olmak gibi bir arzusu ve aile kurmak gibi geleneksel, çelimsiz istekleri olmadı hiç.
Bir şeye sahip olmadığı için kaybettiği bir şey de olmadı.
Ama dostları tarafından terkedildiği oldu. Doslarını terk ettiği de.
Ardından birlikte olduğu kadınlar tarafından terkedildiği de oldu, terk ettiği de.
Yarım bıraktığı kitaplar da oldu -yarım bıraktığı sevişmeler olduğu gibi-, kitaplar tarafından yarım bırakılmış olduğu da.
Toplum içinde bir yere gelemedi, hah, toplum mu? Toplumu kim takar ki zaten.
Ölüm gibi bir şey toplum. Toplu bir intihar ayini gibi.
Kimliksizleştiren, silkleştiren, uysallaştıran.
Halbuki o hep sınırda sürdü düşlerini, sınıra sürdü.
Sadece hayaller kurdu ve özledi. Tüm düşlerin ve özlemlerin imkansız kılındığı bir zamanda o hakiki olanı hayallerde ve özlemekte buldu.
Onu hayatta tutan şey düşlerin yarattığı tutku ve özlemenin getirdiği hakikilik hissiydi.
Bundan dolayı kumbarasında biriken tek şey hayal kırıklıkları oldu hep.
***
Sık sık düştü ve yaralandı, düşleri ile yaşadıklarının gerilimi içinde.
Sık sık kayboldu ve parçalandı, özlemeleri ve kayıp giden zamanın içinde.
Artık biliyor ağzının süt kokmadığını!
Ama yine de çocuk.
Birinin gelip fısıldayacağını sanıyor.