Tanınmamışlığın gölgesindeki bir kuruluş yıldönümünü daha geride bıraktık.
Türk Ajansı Kıbrıs’ın, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin ilanının 35’inci yıldönümü çerçevesinde, dönemin siyasetçileriyle yaptığı röportajlar, o dönemde yaşananları tekrar süzgeçten geçirmemiz ve bugün geldiğimiz (ya da aslında gelemediğimiz) noktayı sorgulayabilmemiz adına, güzel bir zemin oluşturuyor.
Cumhuriyetin ilanından bir gece önce, yani 14 Kasım gecesi Cumhuriyetçi Türk Partisi’nde gerçekleştirilen toplantı ve bu toplantıda 14’e karşı 15 oyla alınan, ‘devletin ilanına onay verme’ kararı, bugün hâlâ tartışma konusu olmaya devam ediyor.
Yukarıda sözünü ettiğim röportajlarda TAK’a konuşan CTP’liler, partinin bu kararı, ‘partinin kapatılmaması’ için aldığına vurgu yapıyorlar.
Denktaş’ın yine aynı gece sarayda milletvekillerine verdiği yemekte, ‘devletin kuruluşunun karşısında duranların, yeni oluşumda yerinin olmayacağı’ bağlamındaki sözleri üzerine, endişelendiklerini ve parti olarak devlet ilanına karşı olunsa da, lehte oy kullanmaya karar verdiklerini söylüyorlar.
Dönemin CTP milletvekili Mehmet Civa, ‘partinin geleceği için, faaliyetleri sürsün, yeni mücadelelerde yer alabilsin diye evet dedik’ diyor mesela.
Dönemin MYK üyesi olarak CTP’nin 14 Kasım oylamasında oy kullanan isimlerden bir diğeri olan İkinci Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat da partinin, ‘hayır’ denirse kapatılacağı ve siyaset yapma imkanlarının kalmayacağı gerekçesiyle böyle bir karar aldığını ifade ediyor.
Oysa siyasi mücadele biraz da bu şekilde anlam kazanmıyor mu?
Üstelik ayrı bir devlet kurmanın, gelecekte siyasi anlamda yaratacağı sorunların bu denli farkındayken!
Civa’nın röportajına dönelim; ‘parti faaliyetlerimizi sürdürebilelim diye biz, akıllıca ve stratejik bir karar aldık’ diyerek, o günün koşullarında bunun doğru karar olduğu düşüncesini dile getiriyor Civa, yani hâlâ bugün, o kararın arkasında duruyor.
Ama röportajda devamla şöyle diyor:
“Biz dünyayla bağlantımızı engelsiz şekilde sürdürebilirken, KKTC’nin ilanıyla birlikte, gümrüklerin evraklarına KKTC mührü bastık, o günden sonra da boynumuza ipi geçirdik, o günden sonra ABAD kararlarıyla, her türlü izolasyonlarla; sporda, toplantılarda, sosyal etkinliklerde, bütün uluslararası alanda hep kapının dışında kaldık (…) KKTC’nin tanınması mümkün değil! Bizim şimdi yaptığımız, dünyanın kabullenemeyeceği bir olay. “Metazori” ayrılıkçı bir görüntü, bir sorun yaratıyoruz. Bunu dünyanın kabul etmesi mümkün değil (…) BM Güvenlik Konseyi’nin 541 sayılı kararı orada durduğu sürece bu devleti tanıtma veya birine benimsetme gibi bir şansımız yoktur. Boş hayallerle hem kendinizi avutursunuz hem başka insanları avutmaya çalışırsınız. Bu, bir bir daha iki kadar net bir durumdur. Dünyanın bizi tanıması ve devlet olarak kabul etmesi hiç mümkün değildir”.
Yani demek ki CTP için ‘akıllıca ve stratejik’ olarak tanımlanan bu karar, Kıbrıslı Türkler’in geleceği için hiç de ‘akıllıca ve stratejik’ bir karar değildir.
Dolayısıyla bu 35 yıllık deneyim ışığında, CTP bugün artık o gece aldığı o kararla yüzleşmeli ve ‘partinin geleceği için gerekliydi’ savunmasını bir yana bırakıp, ‘yanlış yaptık’ deme cesaretini gösterebilmelidir.
Çünkü eğer gerçekten de ‘evet’in gerekçesi bu ise, su götürmez olan, partinin ve partililerin geleceğinin, toplumsal çıkarların önüne konmuş olduğudur!
Tıpkı 1973 yılında, dönemin CTP Genel Başkanı Ahmet Mithat Berberoğlu’nun, Kıbrıs Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı Muavinliği adaylığı sürecinde yaşananlar gibi.
Sevgili Sami Özuslu’nun, ‘Ankara’ya Kafa Tutan Adam; Ahmet Mithat Berberoğlu’ kitabında, adaylıktan çekilmesi için doğrudan TC Elçiliği’nden gelen baskı ve tehditleri, yine Berberoğlu’nun ağzından okuduk hep birlikte.
Berberoğlu’nun TC büyükelçiliğinde alenen nasıl ölüm tehdidi aldığını, bu tehditlere rağmen adaylıktan çekilmeyeceğini o gün kendini ölümle tehdit eden elçi ve komutanın yüzüne açıkça söylediğini, ‘başıma birşey gelmesi halinde adamlarımız sizi galbur eder’ diyerek elçiliği terk ettiğini biliyoruz.
Sonrasında Berberoğlu’nun kendi kararıyla adaylıktan çekildiği ifade edilse de, farklı kaynaklar, bu kararın Berberoğlu’na değil, partiye yönelik artan baskı ve tehditlerden çekinen dönemin CTP MYK’sına ait olduğunu doğruluyorlar.
***
Denktaş’ın 14 Kasım gecesi yaptığı tehdide CTP yetkili organlarınca boyun eğilmeseydi, ne olurdu?
Belki partinin faaliyetleri durdurulurdu!
Bilmiyoruz.
Varsın durdurulsun, yeni bir tüzükle, yeni bir siyasi oluşuma gidilip, inanılan görüş doğrultusunda siyaset yapılmaya devam edilemez miydi?
Yukarıda da altını çizdiğim gibi, siyasi mücadele esas bu şekilde daha da anlam kazanmış olmaz mıydı?
Yoksa acaba akılların bir köşesinde, Kıbrıslı Türkler’in, Kıbrıs Cumhuriyeti’nden bağımsız, ayrı bir devlet çatısı altında yer alması gerektiği düşüncesi de mi yatıyordu?
CTP içerisinde o gün de, tıpkı bugün olduğu gibi, ayrı devlet fikrine sıcak bakan birileri mi vardı?