“Oh be!..”
Yeşil Hat’ın kuzeyinden güneyine doğru garip bir boşluk hissiyle yürürken, içimden bunu söyleyerek yürüdüm. Artık “kapı ne zaman açılacak?” sorusu hayatımda olmayacak. Muhtemelen benim durumumdaki birkaç kişiyi saymazsak, bu sorunun cevabını Cumhurbaşkanı bile bu kadar sık vermek zorunda kalmadı.
Bu kapı açılana kadar dünya kendi etrafında 1140 tur attı. Tam bin yüz kırk. Yaptığımız, yapamadığımız, söylediğimiz, söylemediğimiz şeylerden dolayı eleştirildik, sorgulandık… O açıdan 1140 turun yorucu olduğunu söylemek yerinde olur.
Bugün “oh be” diyerek geçtiğim Derinya geçiş noktasının birden çok anlam barındırdığını defalarca yazdım. Bunlar teoride doğruydu.
Ancak duygu dolu sözler, kahramanlık destanları ile bir serüvene girişmeye hiç niyetim yok.
O yüzden heyecan, umut ve duygudaşlık kurma arzusunu bir kenara atmak gerektiğine inanıyorum.
Bugünden sonra ise teoride anlattığımız doğruları; pratikte de gerçekleştirmemiz gerekiyor.
Bugün bayram havası yaşadığımız, heyecan dolu anları bir an evvel atlatıp; yapıcı ve uzun dönemli işbirliğini, yeniden yakınlaşmayı, barışı ve umudu kuracak eylemliliğin başlaması gerekiyor.
İşin reklamlarına kapılıp, büyüsünde kaybolarak günlerimizi romantik ve nostaljik bir barış anlatısında geçirecek lüksümüz yok artık.
Daha önce olduğu gibi minik zaferlerimizin sarhoşluğuna hapsolarak başarının keyfini sürme hakkımız ise hiç yok…
“Oh be!…” diyerek geçmiştin kuzeyinden, güneyine Yeşil Hattın.
Güneyinden kuzeyine geçerken, yanımda bayrak diğerine tırmandığı için vurulan Solomu’nun ailesi duruyordu. Birkaç metre uzağımda, siyah giyimli aşırı sağcıların desteğiyle ellerinde bir çelenkle evladının vurulduğu yerde duruyordu.
Ağzımı açıp, “o gün yaşananlar büyük bir yanlıştı” diyecek cesareti bulamadım.
Yanlarına gidip, “içinizdeki nefretin ne kadar büyük olduğunu biliyorum ancak bugün bu barışı yapmazsak siyah giyen sağcı ile benim gibi bir genç birbirini öldürecek ve sadece ölüm üzerinden bir duygudaşlığımız olacak” diyecek cesareti de bulamadım.
Henüz 9 yaşında televizyonda gördüğüm ve hayatımızı felç eden travmanın acısını yeniden yaşarken, ne diyeceğini bilememe haliyle yürüyüp geçtim yanlarından.
Bir ölümün üstünden konuşmak neye yarar diyen bir yanımla, ölümün tesellisini bulmazsak başkaları da ölümüne sebep olacak kıvılcımın kaynağı olduğunu bilen yanımın arasındaki ince çizgide hiçbir şeye dokunmadan yeşil hattın kuzeyine ulaştım.
“Oh be!..”, “Of be!…” ye dönüşerek devam ettim yoluma.
Arabaya bindiğimde ise önümde yavaş hareket eden Kıbrıslı Rum plakalı arabaları gördüm.
Tellerin ardından evini arayan Derinyalılardı bunlar.
Diğer taraftan bir kadının “Triandafili mou” dediğini duydum, deniz kenarındaki bir yeri göstererek. Kırık Rumca bilgim “Gül’üm” anlamına geldiğini bildiğim bu sözün muhtemelen deniz kenarındaki tesisin adı olduğunu düşündürdü…
Derinyalı yaşlılar, daha çok da kadınlar yürüyordu terk edilmiş evlerin yanında, ellerini tellere dayayarak içeriyi görmeye çalışan insanlar vardı.
Tüm bunları yaşayınca; sorumluluğun ne kadar fazla yapılacak işlerin ne kadar çok ve barışın ne kadar değerli olduğunun bir kez daha farkına vardım.
Bu yazı yazıldığında, Mustafa Akıncı basın toplantısını henüz gerçekleştirmemiş olacak. Eminim ki dönüşümlü başkanlık, etkin katılım ve daha bir sürü konularda Anastasiadis’in söylemediklerinden şikayet edecek. Doğal gaz ile ilgili önemli şeyler söyleyecek.
Tartışma insani boyuttan yine uluslararası hukuka evrilecek.
Bazılarımız barışın insan demek olduğunu unutacak ve en ağdalı kelimelerle, barış kurmayı masanın diline taşıyacak. Teknokratik dil çoğaldıkça “Oh be!..” diyebileceğimiz alanlar azalacak…
Buna inat bir araya gelecek; Kıbrıslı Rumlar ve Kıbrıslı Türkler. Anlamaya anlaşmaya konuşmaya çalışacağız“Oh be!…” dediğimizde, huzurumuzu bozacak tek bir sebep kalmayıncaya kadar…