Etnik ayrımcılık, son yıllarda dünyada giderek artan ve gerek toplumlararası barışı ve gerekse toplumsal barışı ciddi anlamda tehdit eden bir hal almaya başladı.
Globalleşmeyle ve dolayısıyla da dünyadaki insan hareketinin artarak, ‘ulus’ sınırlarının çok daha kültürlü bir yapıya evrilmesiyle kendine bir hayat alanı yaratan bu ‘tehdidi’, biz çoğunlukla, sağ siyasi düşüncenin yükselişi veya dünyanın birçok ülkesinde iktidarı ele geçiren aşırı sağcı siyasetçilerin ‘ırkçı’ olarak tanımladığımız tutumları üzerinden değerlendirip, buna göre pozisyon belirler haldeyiz.
Örneğin Almanya’da ciddi anlamda yükselişte olan neo nazi sempatizanlığı, Birleşik Krallık’ta Brexit tartışmalarının tetiklediği bir yabancı fobisi, ABD Başkanı Donald Trump’ın Meksikalılar’a yönelik söylemleri, Brezilya’da geçtiğimiz hafta yapılan başkanlık seçimlerini Jair Bolsonaro gibi birinin kazanması…
Peki bu, tek başına sağ siyasetin bir hastalığı mıdır?
İlk bakışta ‘aşırı’ bir tanımlama, ‘abartılı’ bir etiketleme gibi dursa da, aslında ‘ırkçılk’ dediğimiz kavramın altına yerleşen bu ayrımcılık, tek başına milliyetçi görüşün bir ürünü müdür?
***
Birleşmiş Milletler ırk ayrımcılığını tanımlarken (racial discrimination), bunu sadece ırk ya da ten rengi üzerinden yapmaz, her türlü ulusal ve etnik kökene yönelik ayrımcılığı da ırkçılık tanımlamasına dahil eder.
İsviçre Basel Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Bilgin Ayata, Deutsche Welle’ye verdiği röportajda bu tanımlamayı daha da açar ve ‘Soy, köken, renk, cinsel yönelme ya da din ırkçılık nedeni olabilir. Olumsuz yabancılık yakıştırması ve sosyal davranış tarzının biyolojik özelliklere bağlanması da bunda rol oynar. Yabancıyı tehdit olarak algılayan ya da olumsuz değerlendiren, kendini yüceltmiş olur ve üstün duruma geçer. Bunda ayrımcı tutumun ırkçılık amacıyla mı yapıldığı yoksa ırkçılığı teşvik mi ettiği önem taşımaz’… der.
Nazi Almanyası’nın ikinci Dünya Savaşı sırasında sistematik bir biçimde yaklaşık altı milyon Avrupa Yahudisi’ni öldürmek suretiyle uyguladığı soykırım politikası (Holocaust)…
Kökleri bin yıl öncesine kadar giden ancak yakın tarihimizde başta ABD ve Amerika kıtasında olmak üzere mülkiyet hukukunun insanlara yönelik olarak uygulandığı, yani bireylerin birer mülk olarak alınıp satılabildiği bir sitem olan kölelik (Slavery)…
Güney Afrika’da 20’nci yüzyılın ikinci yarısında bir yönetim sistemi olarak karşımıza çıkan ırksal ayrıştırma (Apartheid) rejimi…
Yakın tarihimizde yaşanan bu üç önemli örnek, kurumsal anlamda karşımıza çıkan uygulamalar olsa da, etnik ayrımcılık, çok daha ‘masum’ kılıflara sarmalanmış bir biçimde her yerde var.
Gelelim yukarıda yanıt aradığımız esas soruya…
Irkçılık olarak tanımladığımız kavramın altına yerleşen bu etnik ayrımcılık, tek başına milliyetçi görüşün bir ürünü müdür?
Bir sınıf, bir emek mücadelesi, işçi haklarının iyileştirilmesi ve zenginliklerin eşit paylaşımı talebi, sosyal sınıfların ortadan kaldırılması hedefiyle ortaya çıkan sosyalist düşünce, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından ırksal ayrımcılığa karşı çıkan, cinsiyet eşitliğini savunan, çocuk hakları, hayvan hakları ve çevre gibi sosyal ve kültürel birçok politikayı da benimsedi ve savunmaya başladı.
Yani günümüz solu, tanımsal bazda ırkçılıkla karşı saflara yerleşti.
Oysa dünyanın birçok yerinde sol bügün, kimi zaman ‘sınıf mücadelesi’ adı altında, kimi zamansa ‘yabancıların, sosyo-kültürel dokuyu tehdit ettikleri’ iddiasıyla etnik ayrımcılığı bizzat uygulayan ve besleyen bir yapıya büründü.
Örneğin Donald Trump’un Meksikalılar’a, Nigel Farage’ın Polonyalılar’a, Devlet Bahçeli’nin Kürtler’e yönelik söylemlerini ‘yuhalarken’, Türkiye’nin asimilasyon politikalarını gerekçe göstererek, Kıbrıs’ta yaşayan Türkiyelileri toptan ötekileştiren ve düşmanlaştıran, memleketimin güzide solcuları…
Mesela onların bu bağlamdaki yeri nedir?
Bütün Türkiyelileri genelleyip, sanki hepsi birer suç makinesiymiş, sanki hepsi kadın cinayeti işliyormuş, sanki hepsi tecavüzcüymüş gibi, sanki hepsi Meclis’in damına tırmanmış, sanki hepsi Afrika Gazetesi’ne saldırmış gibi bir ruh hali içine girenler…
Türkiyeliler’e yönelik açık nefret söylemi içeren medya üretimlerini, sosyal medyada paylaşma yarışına girip bu suçu çoğaltanlar…
Belli ki satın alacak parası olmadığından, çöpte yiyecek arayan bir Türkiyeli’nin görüntülerini yine sosyal medya aracılığıyla dağıtıp, bunu ‘sosyal yozlaşma’ diye sunmaya çalışanlar…
Lefkoşa’da hastane bahçesinde çocuklarının karnını doyurmaya çalışan Türkiyeli bir grup kadının fotoğrafını, ‘hastaneyi piknik alanına çevirdiler’ başlığıyla gazeteye basanlar…
Bütün bunları yapanlar, ne yazık ki bizim bazı solcularımızdır.
Daha doğrusu ‘barış isteriz’ demekle solcu olunabileceğini zanneden, bazı insanlarımızdır.
***
Türkiye’nin Kıbrıs politikalarına, Kıbrıslı Türkler’in ada üzerindeki varlığını pek çok anlamda tehdit eden uygulamalarına duyulan öfkeyi, o veya bu sebeple Kıbrıs’ta bulunan Türkiyeliler’e yöneltmek, yukarıda uzun uzun tanımlamaya çalıştığım ayrımcı dünya görüşünün tecellisidir.
Bizler ne yazık ki bir Kıbrıslılık kültürü yaratmaya çalışırken, beraberinde bir Türkiyeli düşmanlığı da yarattık.
Oysa adada işlenen suçlara tepkimizi, etnik ve biyolojik kökene indirgeyen bir içgüdüyle değil, bizzat suçu işleyenlere ve suçların artmasına vesile olan siyasi, ekonomik ve sosyo-kültürel politikalara yönelterek ortaya koymamız gerekmektedir.
Kıbrıslılığımıza yönelen tehditle mücadelemiz, Türkiye’den gelenlere değil, Türkiye’nin politikalarına ve bu politikaların adadaki uygulayıcılarına karşı bina edilmelidir.