Yarın (4 Ekim) Dünya Hayvan Hakları Günü. Bugüne Hayvanları Koruma günü de deniliyor. Burada bilinçli olarak koruma değil hak kavramı üzerine gitmeyi ve bu ismi kullanmayı tercih ediyorum. Çünkü hayvanların insanlar tarafından korunmaya değil, yaşam haklarının tanınmasına ve rahat bırakılmaya ihtiyaçları var. Öyle ki ‘koruma günü’ dediğimiz mefhum da bir nevi insan merkezci algılayışın ürünü. Sömüren, yok eden, öldüren ve tüketen insan ama vicdan yapıp koruyan da yine insan.
İlk hayvan koruma derneği 1825 yılında İngiltere’de kurulur. 1931 yılında ise bir çok ülkeden dernek bir araya gelerek 4 Ekim’i ‘Hayvanları Koruma Günü’ olarak ilan ederler. 1977 yılında ise Hayvan Hakları Evrensel Bildirgesi UNESCO evinde kabul edilerek bir yıl sonra deklere edilir. 14 maddelik Bildirge’nin ilk iki maddesi hayvanların yaşam hakkı ile ilgilidir:
1. Bütün hayvanlar yaşam önünde eşit doğarlar ve aynı var olma hakkına sahiptirler.
2. Bütün hayvanlar saygı görme hakkına sahiptir. Bu hakkı çiğneyerek onları sömüremezler. Bilgilerini hayvanların hizmetine sunmakla görevlidir. Bütün hayvanların insanca gözetilme, bakılma ve korunma hakları vardır. Daha fazla bilgi için tıklayınız https://tr.wikipedia.org/wiki/
*
Kısa ansiklopedik bilginin ardından sadece bugüne dair değil ama bugün vesilesiyle tüm alışkanlıklarımızı ve öğrenilmiş toplumsal-kültürel davranışlarımızı sorgulamaya, hatta onlarla yüzleşmeye dair bir davette bulunmak istiyorum.
*
Hayvanları korumak denildiğinde akla ilk başta kedi-köpek gibi ‘evcil hayvanlar’ kategorisinde olan canlılar gelir. Bir kediye kesip mangala atmak veya köpeği fırına salmak gibi bir algı yoktur. En azından yaşadığımız coğrafya ve kültürde. Kedi veya köpek insan ile en yakın ve ‘insanca’ ilişkiyi kurabildiği için hayvan hakları ve yaşam hakkı kapsamına dahildir. Hayvanları koruma dernekleri kedi-köpek, kuş vb. hayvanların haklarını korurken bir ineğin veya koyunun yaşam hakkını savunmayı hedeflemez. Hatta bir hayvan sever gündüz kedi ve köpekler için çabalarken, akşam sofrasında bir ineği ve koyunu yemekle meşgul olabilir. Kaldı ki kedi ve köpeğin yaşam hakkının savunması gerçekten bir yaşam hakkına sahip oldukları için mi yoksa insanın vicdan ve duygusal ihtiyaçlarına cevap verdiği için mi yapılır tam da emin değilim. Dolayısıyla bir yandan hayvan haklarını savunmak ama diğer yandan bazı hayvanların yaşam hakkının tanınıp bazılarına tanınmaması sadece bir çelişki veya iki yüzlülük değildir. Aynı zamanda insan merkezci yaşam tarzının da bir sonucudur. Bununla birlikte bu durum hala merkezde insanın olduğu ve insanın ihtiyaç ve normlarına göre hak olgusunun tanındığı anlamına gelir. Bu da sonuç olarak öldürülebilecek, sevilebilecek ve birlikte yaşanabilecek hayvanlar gibi kategorilerin ortaya çıkmasına neden olur. Buna kısaca türcülük diyoruz. Bir ırkın, bir sınıfın veya bir statünün başka bir ırktan, sınıftan, cinsiyetten veya statüden üstün olduğu inancı gibi türcülük de bir çeşit faşizm, sömürü ve tahakküm ilişkisini türetir ve bundan türer. Belki de böyle bir günde hayvanlarla kurduğumuz bu ‘insan merkezci’ veya ‘insani’ ilişkiyi sorgulayarak, çelişkilerimiz ve farkında olmadığımız iki yüzlülüğümüz ile yüzleşmeye başlayabiliriz.
*
Bir diğer nokta et tüketimi noktası. Kıbrıs gibi et ve mangal fetişizminin doruk noktalarda gezdiği, abartılı bir hal aldığı coğrafyalarda veganlığı veya vejetaryanlığı konuşmak hiç de kolay değil. Öyle ki 5 yıl önce et tüketiminden vazgeçtiğim dönem ilk olarak yakın çevremdeki solcu-demokrat kesimlerden tepki görmüş ve alaya alınmıştım. Çoğu alışkanlık ve muhafaza ettiğimiz anlayışlar bizi gün olur değişime ve dönüşüme kapalı kara kutular haline getirir. Bunlar ne kadar güçlü ve baskınsa, kişinin ve toplumun kendisini aşma veya olumluya doğru dönüştürme kapasitesi de o denli zayıf ve yetersiz kalır. Et tüketimine yönelik algı da o kadar güçlü ve baskın ki, bunun sorgulanması dahi neredeyse büyük bir kabahat haline gelebiliyor, çoğu zaman da alay ve küçümseme ile söylediğiniz sözünüz yok sayılıyor. Fakat bir kaç nedenden dolayı gecikmiş de olsak et tüketimini sorgulamanın ve bundan uzaklaşmanın, vazgeçmenin vakti geldi de geçiyor bile.
Öncelikle eğer hayvan haklarından söz ediyor ve hayvanların yaşama hakkını tanıyorsak bu noktadaki çelişkilerle yüzleşmeliyiz. İnsan ile hayvan arasındaki ilişki biçimini sorunsallaştırmalı, insanın hayvanlar üzerindeki tahakkümünü dağıtmak için hem düşünsel hem de pratik çaba sarf etmeliyiz. Nasıl ki insanın köle ve kurban olmasına karşı çıkıyorsak, insan dışındaki hayvanların da insani ihtiyaçların kölesi ve kurbanı olmasına karşı çıkmalıyız. Ancak o zaman hayvan hakları mefhumundan bahsedebilir ve hayvanlar arasında statü hiyerarşisine son verebiliriz. Bu anlamda da mutfağımızda pişen şeylerin, tabağımızın politik olduğunu ve sömürü ile tahakküm ilişkilerinin burada da devam ettiğini ve bunu dönüştürmenin, buna son vermenin bizim elimizde olduğunun farkına varmalıyız. Hayvan hakları, hayvanları öldürmemekten, tüketmemekten ve kullanmamaktan geçmektedir. Gündüz kedi-köpek severek, akşam ise koyun ve inek tüketerek değil, hayatı ve yaşam hakkını bütünlüğü içinde algılayıp alışkanlıkları dönüştürerek hayvan haklarını gerçekçi bir zemine yerleştirebiliriz. Bir nevi yaşamı tüm canlılığı ile sahiplenip sürdürmeliyiz.
*
Meselenin etik boyutuyla ilgi pek çok şey yazılabilir. Fakat bu davette altını çizmek istediğim bir mesele daha var, o da ekoloji ve gezegenin devamlılığı için önem arz etmekte. Hayvancılık endüstrisi gezegeni hem su kaynakları bakımından hem toprak ve atmosfer bakımından yok etmektedir. Bugün yaşadığımız ve gittikçe de daha kötüye giden küresel iklim değişikliğinin yani küresel ısınmanın ve ekolojik krizin nedenlerinden biri de endüstriyel hayvancılık ve tarımdır. Burada Ömer Madra’nın bu konuyu işlediği makalesinden kısa bir alıntıyı paylaşmanın faydalı olacağını düşünüyorum:
Yeni araştırma açıkça şunu gösteriyor: Et ve süt ürünleri tüketiminden vazgeçmek suretiyle dünya yüzündeki çiftlik ve tarım alanları kullanımı yüzde 75’in üzerinde bir oranda azaltılabiliyor. Bu alan, ABD, Çin, AB ve Avustralya’nın toplamından daha fazla. Yani Kuzey Amerika, Asya, Avrupa ve Okyanusya kıtalarının büyük bir bölümünde hayvancılık ve tarımı durdurmak ve dünyayı beslemek mümkün!
Yalnız mümkün de değil, şart! Muazzam genişlikte yaban hayatını barındıran toprakların tarıma ayrılarak kaybedilmesi (yani yeryüzünde tüm hayatın yalnızca on binde birini -%0.01- oluşturan insanın, yabandaki memeli hayvanlarının yüzde 83’ünü yoketmiş olması!), içine girmiş bulunduğumuz Altıncı Büyük Yokoluş sürecinin temel sebebi olarak gösteriliyor.
Yeni analiz gösteriyor ki, et yemek ve süt mamulleri ile yumurta tüketmekle yalnızca yüzde 18 oranında kalori, yüzde 37 oranında da protein sağlıyoruz, ama tarım alanlarının yüzde 83’ü gibi muazzam bir bölümünü işgal altında tutuyoruz! Bununla da kalmıyoruz üstelik: Küresel ısınmaya yol açarak dünyayı kasıp kavuran sera gazı salımlarının yüzde 60’ını da üretmiş oluyoruz.
Science dergisinde yayımlanan araştırma dünyadaki 190 ülkenin 119’unda 40 bin çiftliğin verilerini derlemiş, yeyip içtiğimiz tüm gıdanın yüzde 90’ını temsil eden 40 gıda ürününün bulgularını ele almış. Bu gıdaların arazi kullanımı, iklim değişikliğine yol açan karbon salımları, temiz su kullanımı, su kirlenmesi (ötrofikasyon), ve hava kirlenmesi (asidifikasyon) bakımlarından gezegendeki tüm izlerini ele almış!
Dünya Gezegenin’ne Elveda Derken başlıklı makalesinde ise Chris Hedges şunları kaydediyor:
“Birincisi, insan nüfusunun belki yüzde 70’ini yok edecek bir kitlesel yok oluş ve ardından huzursuz, kaygılı bir istikrar sürecine giriş. İkinci yörünge, toptan çöküş ve yok oluş. Üçüncüsüyse, biyosferi korumak ve onu sadece insanlar için değil aynı zamanda gezegenin sağlığı için de daha çeşitlendirilmiş ve daha üretken hâle getirmek üzere insan toplumunun dramatik bir yeniden şekillendirilmesi (konfigürasyonu). Bu konfigürasyon bizim fosil yakıt tüketimini durdurmamızı, bitki-temelli bir beslenme biçimini benimsememizi, hayvancılık tarımı endüstrisini hepten ortadan kaldırmamızı ve aynı zamanda çölleri yeşertip, yağmur ormanlarını geri kazanmamızı içerir.”
Peki Kıbrıs’ın kuzeyinde durum nasıl? Çok küçük bir örnek. ‘Dünya’nın Durumu 2015’ kitabında yer alan Tarımsal Kaynakların Kaybında Artış isimli makalede verilen tabloda Sığır etinin 1 kg’ı için 15.415 litre, 1 kalorisi için 10.19 litre ve 1 gram proteini için 112 litre su ihtiyacı olduğu belirtilmekte.
Kıbrıs’ın kuzeyinde 2017’nin rakamlarına göre 61.679 büyükbaş hayvan kayıt edilmiş durumda. Kuraklığın yaşandığı ve su sıkıntısı çeken Kıbrıs’ın kuzeyinde hayvancılığın ekolojiye ve özel olarak da su kaynaklarının tüketimine katkısı nedir, hiç kendimize bu soruyu sorduk mu? Geçtiğimiz ay ortalığı kaldırıp oturan hayvancıların ekolojiye ve su kaynaklarının tükenmesine katkısı nedir, hiç kendimize bu soruyu da sorduk mu? Ya da yediğimiz 1 kg’lık inek etinin 15.415 litre suya denk geldiğini hiç düşündük mü?
Hesapları çoğaltılabilir. Fakat sadece bu örnek bile et tüketiminden vazgeçilmesi gerekliliğini yüzümüze vurmaktadır. Bazı gerçeklerle yüzleşebilecek miyiz?
*
Hayvan hakları soyut düşüncelerden veya sadece bazı hayvanlara gösterilen vicdani ve insan merkezli hassasiyetler değildir. Hayvan hakları et tüketiminin olmadığı, onların süt, yumurta veya yün olarak kullanılmadığı, hayvanların insan ihtiyaçları için metalaştırılmadığı bir yaşam, insanlar gibi hayvanların da yaşam hakkının tanınması anlamına gelir. Bu da alışkanlıklarımızdan, tüketim tercihlerimizden ve et odaklı yaşam tarzlarından vazgeçmeyi, en azından bunları sorgulamaya başlamayı gerektirir. Hayvanların korunmaya değil, üzerlerinde kurulan insan(i) tahakkümün kalmasına ve rahat bırakılmaya ihtiyaçları var.
Kaynak:
Dünyanın Durumu 2015 – Türkiye İş Bankası Yayınları
http://www.yeniduzen.com/100-
http://acikradyo.com.tr/
http://t24.com.tr/k24/yazi/