Çeviren: S. Erdem Türközü / Dünyadan Çeviri
Çevre konusundaki modern mesaj, bireysel davranışları değiştirmeyi vurguluyor. Ancak CO2 salımının büyük bir kısmı zenginlerden kaynaklanıyor.
Afrika, bugün gezegendeki 195 ülkenin dörtte birinden fazlası olan 54 ülkeye sahiptir. Kıta aynı zamanda insan nüfusunun altıda birinden fazlası olan kabaca 1,3 milyar kişiye de ev sahipliği yapıyor. Ve Homo Sapiens topluluğunun büyük bir bölümünü oluşturmasına rağmen, Afrika, dünyanın sera gazı salımının yüzde dördünden daha azından sorumlu.
Hayatın adaletsiz olması, Afrikalıları insan yapımı küresel ısınmanın bir sonucu olarak acı çekmekten kurtarmayacak. Yakın zamanda yapılan bir araştırma, tüm kıtadaki yegâne buzullar olan, Tanzanya’daki Kilimanjaro Dağı, Uganda’daki Rwenzori Dağları ve Kenya’daki Kenya Sıradağlarının buzullarını kaybedeceğini ortaya koydu. Bu ikonik doğal yer işaretlerini kaybetmek, iklim değişikliği nedeniyle Afrika’nın başına gelecek en kötü şey değil -aşırı hava olayları, yükselen deniz seviyeleri, iktisadî yıkım ve daha fazlası olacak- ancak bu buzulların yaklaşmakta olan yokoluşu konusunda melankolik bir simgecilik söz konusu.
İklim değişikliği tüm insanların eşit olarak neden olduğu bir sorun değildir; buna çoğunlukla zenginler neden oluyor ve kapitalist bir dünyada yaşadığımız için ıstırap orantısız bir şekilde yoksullara düşecek. İklim bilimciler, sosyologlar ve iktisatçılar bu noktada büyük ölçüde hemfikir. Ve insanlığın tükenişini önlemek için bazı şeylerin değişmesi gerektiğinin habercisi.
Amerikalı sosyolog ve Wayne State Üniversitesi’nde doçent olan Dr. David Fasenfest, “sorun yapısal ve sistemik” diyor. “Kapitalist toplum, en düşük maliyetle üretirken, tüketimi teşvik etmek için israf ve yıkıma eğilimlidir. En düşük maliyetle en yüksek verim, enerji gerektirir ve bu da, katı kısıtlamalar koyulmazsa çoğu zaman kirleten ve iklim değişikliğini besleyen kömür gibi ‘kirli’ enerji biçimlerini kullandığımız anlamına gelir.”
Bu anlamda, iklim değişikliğinin arkasındaki tek “suçlu” olarak doğru bir şekilde tanımlanabilecek hiçbir birey ya da birey grubu yoktur. Neoliberal iktisadî sistemimizin kurduğu teşvik sistemi içinde herkes kendi çıkarına göre hareket ediyor. Birikimsel olarak, bunlar iklim değişikliğini şiddetlendiren toplumsal gelişmelere yol açtı. Örneğin, bir işletme çevresel etkiyi azaltmak için daha pahalı bir enerji türü kullanıyorsa, üretim maliyetleri yükselecek ve tüketiciler muhtemelen rakiplerini ödüllendirerek olası fiyat artışına cevap verecektir.
Fasenfest, “hepimiz hem suçluyuz hem de değiliz” diyor. Sıcak havalarda klimayı satın alabilen ve kullanabilen ya da iklim değişikliğini şiddetlendirse de sığır eti yemeye devam eden insanlar, gezegeni yok eden bir sisteme katkıda bulunuyor. Fasenfest’in gözlemlediği gibi, çoğu insanın bu sisteme günlük olarak katılmasının pratik bir alternatifi yok; daha büyük bir soruna küçük darbeler indiren yaşam tarzı değişiklikleri yapabilirler, ama hepsi bu kadar. Kapitalizm altında gelişen bir toplumda yaşayacak kadar şanslıysanız (göreceli olarak konuşursak), şu ya da bu şekilde başlıca iklim failleri kategorisine girme ihtimaliniz vardır.
Sanayileşmeden de bahsetmeden bu sorun tartışılamaz. İleri enerji teknolojisi uzmanı olan New York Üniversitesi’nden Dr. Martin Hoffert, tarihi şöyle dönemlendiriyor:
“İnsanın kas gücünü arttırmak için su ve hayvan gücünü kullanan on sekizinci yüzyılın tarıma dayalı uygarlığı, çok az sera gazı yayıyordu. İnsanlık fosil yakıt yakan teknolojilere bağımlı hale geldiğinde, taşküreden (kayalardan) atmosfere eşi görülmemiş bir karbon transferi, jeolojik olarak emsalsiz bir şekilde gerçekleşmeye başladı. Hidrokarbon enerji rezervlerinin (kömür, petrol ve gaz) oluşması iki yüz milyon yıl aldı, oysa uygarlığı besleyen ve küresel GSYH büyümesini besleyen mevcut madencilik ve petrol pompalama oranlarında, onları birkaç yüz yıl içinde tüketmiş olacağız. Fosil yakıtları, doğanın onları ürettiğinden milyon kat daha hızlı bir biçimde kullanıyoruz.”
O halde, küresel ısınma, bir bakıma, sanayileşmiş ulusların, kapitalist bir sistemde insanlığı felaketle nasıl karşı karşıya getirdiğinin öyküsüdür. Daha zengin ulusların daha fazla kötüleştirdiği bir sorun olsa da, küresel bir sorundur. “Network”den Howard Beale’den alıntı yapmak gerekirse: “Biz sadece en gelişmiş ülkeyiz, bu yüzden oraya ilk biz ulaşıyoruz.”
Bu, Afrika buzullarının erimesine zemin oluşturan ülkelerin istatistiklerine ayrı ayrı yansıyor.
Harvard Üniversitesi’nde Amerikalı bir bilim tarihçisi olan Dr. Naomi Oreskes, “Dünyanın toplam sera gazı salımının çoğu, dünyanın zengin ülkelerinden, temel olarak OECD [Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü] üyelerinden geldi,” diyor. “İklim değişikliği, iktisadî faaliyetin ürettiği sera gazlarından kaynaklanıyor; bu nedenle en fazla iktisadî faaliyete sahip ülkeler iklim değişikliğinden en çok sorumlu olan ülkeler.” Modern tarihin büyük bir kısmı için bu, Amerika Birleşik Devletleri’ni, Japonya’yı ve Fransa, Almanya ve Birleşik Krallık gibi sanayileşmiş Avrupa ülkelerini içeriyordu. Şimdi iktisadî patlama yaşayan Çin, dünyanın en çok yıllık salım yapan ülkesi haline geldi. Öte yandan Oreskes, ulusal yıllık salım istatistiklerinin bir şekilde yanıltıcı olduğunu da not ediyor çünkü “iklim salımın ne zaman gerçekleştiğini umursamıyor.”
Ülkeye göre kişi başına karbon ayak izlerine bakarsanız, yani belirli bir ülkedeki ortalama bir bireyin ne kadar karbon saldığını tespit ederseniz, varlıklı devletler istikrarlı bir biçimde listenin üst sıralarında yer alır.
Oreskes, “ya çok zengin, çok verimsiz ya da her ikisi birden olan ülkelerden insanlardan bahsediyoruz” dedi. Örneğin 2011’de kişi başına salım açısından en üst sıradaki ülkeler Lüksemburg, Birleşik Krallık, Amerika Birleşik Devletleri, Belçika ve Çek Cumhuriyeti idi. Öğrencilere verdiği derslerde Oreskes, ortalama bir Amerikalının 1,3 Koreli, 7 Brezilyalı, 9 Pakistanlı, 35 Nijeryalı ve 52 Ugandalı ile aynı karbon ayak izine sahip olduğunu anlatıyor. Öyle olsa bile, bu ulusal istatistikler, birilerini sorunun paradan çok sınırla ilgili olduğuna inandırabilmeleri anlamında yanıltıcıdır.
Oreskes, “bu, zenginliği yansıtan tüketimi yansıtıyor” diyor. “Hindistan’daki zengin bir insan, ortalama bir Amerikalıya benzer bir karbon ayak izine sahip olabilir. Yani temel olarak, sorun zengin insanlar.”
Bunu okuyor ve dünya çapındaki zenginler arasındaysanız, kendinizi çok suçlu hissetmeye başlamadan önce durmalısınız. Daha önce de belirtildiği gibi, milyarder sınıfının en küçük kıymığı dışında çok az kişi, toplumsal-iktisadî düzende tek başına büyük değişiklikler yapma gücüne sahiptir. Sanayileşmiş bir ülkede orta sınıf bir yaşam tarzı yaşıyor olsanız bile, bu, içinde bulunduğunuz iktisadî altyapıyı seçtiğiniz anlamına gelmez. Dünya ulusları, 1992’de Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ni imzalayarak bunu yapmak zorunda olduklarını kabul etseler de, ekonomimizin iklim değişikliğini azaltmayı benimsememesinin bir nedeni var: kâr elde etmeleri şu ya da bu şekilde iklim değişikliğine bağlı olan endüstrilerin lobileri.
Oklahoma Eyalet Üniversitesi’nde çevre sosyolojisi konusunda uzmanlaşmış bir sosyolog olan Dr. Riley Dunlap, petrol, kömür ve doğalgaz şirketleri de dahil olmak üzere fosil yakıt endüstrisinin gezegenin geleceğini nasıl baltaladığını anlattı.
Dunlap, “karbon salımını azaltma taahhütlerine imza atıyor ve bu konuda kararlılıklarını ilan ediyorlar, ama (halkla ilişkiler kampanyaları, lobicilik ve kampanya katkıları yoluyla) azaltma çabalarına -örneğin [Başkan Joe] Biden’in iklim gündemini baltalamaya yönelik mevcut girişimleri gibi- sürekli olarak karşı çıkıyorlar” diyor. Dunlap, bu kampanyada, ABD Ticaret Odası ve Ulusal İmalatçılar Birliği’nden Amerikan Petrol Enstitüsü ve Ulusal Kömür Birliği gibi sanayi gruplarına kadar bir dizi önemli aktörü not ediyor.
Dunlap, “bu aktörlerin tümü, mesajlarını tasarlamak ve halka iletmek için halkla ilişkiler şirketlerinden hizmet alıyor” diyor. “İktisadî motivasyonlara sahip olan bu aktörler, iklim değişikliğini hafifletme siyasalarını karşı muhalefetlerini 1990’larda iyice yükselttiler. Bu dönemde ‘serbest piyasa’ ideolojisine bağlı ABD muhafazakâr hareketinin kayda değer kesimleri -Koch Kardeşler ve vakıfları gibi muhafazakâr hayırseverler, destekledikleri muhafazakâr düşünce kuruluşları, muhafazakâr medya ve yorumcular-, karbon salımını azaltmanın kendilerine getireceği kısıtlamalardan korktukları için halk, siyasa üreticiler ve anaakım medya arasında inkâr ve şüpheciliği teşvik etmeye başladılar.”
Muhafazakâr gruplar, gezegenin ısındığını kanıtlayan tartışılmaz bilime karşı şüphe yaymanın yanı sıra, insanları bireysel davranışların endüstrilerinin sonuçlarından daha önemli olduğuna ikna etmeye çalışıyor. Dunlap, 1970 Dünya Günü’nden bu yana endüstrilerin, bireysel tüketicileri gezegeni kurtarabilecek ya da yok oluşuna sebep olabilecek şeyin kendi bireysel seçimleri olduğuna inandırmak amacıyla kamusal diyalogu yönlendirmeye çalıştıklarına dikkat çekiyor. Bu da, aslında iklim değişikliğine sebep olan sistemik sorunları gizliyor ve daha da kötüye gitmelerini garanti ediyor.
Peki çözüm ne? Basitçe söylemek gerekirse, sorunun kapitalizm olduğunu kabul edin ve siyasi çözümlerinizi buna göre şekillendirin.
Fasenfest, “bu konuda tek yol, [yükümlülüğü bireylere yıkan vicdani vs. değil, sistemsel kökeni gören] siyasi bir tutum almak ve bu bozulmaya izin veren güçlere ve yapılara meydan okumaktır” diyor. Bitcoin birçok küçük kentten daha fazla enerji kullanmasına rağmen, insanların nasıl hala bitcoin madenciliği yapmaya devam ettiğini ya da 1960’larda ve 1970’lerde insanlık çevre için adımlar atmaya başladıktan sonra sermaye çıkar gruplarının ve iktisadî korkuların gezegeni koruma hassasiyetlerine nasıl üstün geldiğini not ediyor.
Fasenfest, “Bugün toplumsal harcamaları tartışıyoruz ve kömür üreten bir eyaletten bir senatör [Batı Virginia’dan Joe Manchin], alternatif enerji desteklerinin bu planlardan çıkarılmasında ısrar ediyor” diyor. “İklim değişikliğine çok küçük ama çok güçlü bir kesim sebep oluyor. Öyle bir durumdayız ki, %1 ila %99 arasındaki fark %0,1 ila %1 arasındaki boşluktan daha küçük ve söz konusu bu küçücük kesim iklim değişikliği ile ilgili sorunlardan hem yalıtılmış durumda hem de bunlara karşı kayıtsız. Bu tabloyu gördüğünüzde, bu kesimi denetim altına alacak değişiklikleri agresif bir şekilde dayatacak kitlesel bir müdahalenin neden var olması gerektiğini daha iyi anlıyorsunuz.”
Dahası insanların, insanlığın geleceğini tehdit eden siyasi güçlerin gerçek doğasının daha fazla farkına varmaları gerekmektedir. Kitleleri manipüle etmekten seçkinler sorumlu olsa da, bu, siyasi tercihleriyle suç ortağı olan milyonlarca sıradan insan olmadığı anlamına gelmez.
Hoffert, “Al Gore’un ilk gözlemlediği üzere, Cumhuriyetçi Parti’nin, kendi hoşlarına gitmeyen bilimsel gerçekleri bir cemaat zihniyetliyle reddetmesi büyük bir sorun” diyor. “Trump liderliğindeki Cumhuriyetçi Parti, ister COVID aşıları, tüm yurttaşları kapsayan sağlık hizmetleri, ister polis tarafından yasaların eşitsiz uygulanması, Demokrat eğilimli siyah oyların bastırılması ya da fosil yakıtlı iklim değişikliğinin inkâr edilmesi olsun -iktisadî çıkarlarına ters düşen birçok durumda- bilime tamamen karşı çıkıyor. Bu, giderek aklıselim bir muhalefet olmaktan çıkıyor ve daha çok, başka siyasa alternatifleri getirmek yerine ‘liberalleri morartmaya’ öncelik veren, ‘kıyı seçkinlerine’ karşı içgüdüsel bir nefrete benzemeye başlıyor.”
“Belki de bunun sebebi kendilerini daha iyi eğitimli ‘ilerici seçkinler’ tarafından hakir görülen bir avuç cahil köylü olarak algılamaları. Hakir görülme duygusu, siyasette önemi çok iyi takdir edilemeyen bir faktör. Bu kesim, tüfeklikli ve Konfederasyon bayraklı benzinli pikaplarını, çevre dostu arabalar ve kamyonlar uğruna kolayca bırakmayabilir.”
Matthew Rozsa
Salon’un kadrolu yazarlarından Matthew Rozsa, Rutgers University-Newark’tan tarih alanında yüksek lisans derecesine sahiptir ve Lehigh Üniversitesi’nin tarih doktora programında tez aşamasındadır. Eserleri daha önce Mic, Quartz ve MSNBC’de yayınlandı.