Geçtiğimiz hafta Orta Vadeli Programın açıklanması, McKinsey şirketinin TC’nin yapısal dönüşümüne kayyum olarak atanmasından sonra olumsuz hava dağılır düşüncesi hakim olmaya başlamıştı.
Geçtiğimiz ay hem ciddi bir faiz arttırımı yapılması hem de ABD ile uyumlu politika sinyallerinin verilmesi doların 5,50 seviyesine kadar düşeceğine yönelik bir inanışı yaratmıştı.
Öyle ki, “tünelin ucundaki ışık göründü” diye müjde verenler olmuştu.
Oysa ki, Türkiye ekonomisindeki sorun Erdoğan’ın anlattığı gibi bir “dış mihrak” saldırısı değildi. Tam tersine mesele kapitalizmin kuralına göre oynamamaya yönelik dirençti. Ancak bu direnç iki boyutludur. Bir tarafta siyasi ve jeopolitik kanadı, diğer tarafta ise yapısal tarafı vardır.
Açıkça söylemek gerekir ki; Türkiye uzunca bir süredir her iki tarafta da istenilen performansı sergilemiyordu. Piyasalarda bu olumsuz etkiye sebep oluyor. Kredibilitesi düştükçe, para çıkışı yaşanıyordu.
ABD ile ılımlı bir politika, Merkel ile sevgi saygı ilişkisi Türkiye’nin batının yolunda gittiğine yönelik güçlü bir mesaj olarak algılanmış, fiyatlandırılmış risklerin görece azalmasını sağlamıştı.
Ancak, Türkiye’nin sorunu sadece siyasi dengesizlikler, Rahip meselesi ile sınırlı değildir. Tam tersine bunlar işin kolay tarafıdır. Zor tarafı ise makroekonomik denge ve özellikle de enflasyon baskısıydı.
Dün açıklanan rakamlara baktığımızda, enflasyon sorunu gün gibi ortaya çıktı. Çekirdek enflasyon %17.22’den %24.05’e yükselirken üretici fiyatları aylık %10.88, yıllık %46.15 arttı.
Bu aslında TC Maliye Bakanı’nın açıklamalarını da yalanlıyor. Sorun stokçuluk ve fırsatçılardan kaynaklanmıyor. Ciddi ciddi döviz kaynaklı üretim maliyeti artışı piyasada hissediliyor. Muhtemelen gelecek ay üretici fiyatları yıllık bazda %50’yi aşacak, üretici fiyatlarında ise yıl sonuna kadar %30 enflasyon oranını görmemiz şaşırtıcı değil.
Türkiye için durum böyleyse, Kuzey Kıbrıs’ta tüketici fiyatlarında %50’yi görmeye hazır mıyız?
Hazır hissetmiyorsanız korkmanıza gerek yok. Çünkü başbakan ışığı görmüş!
Tüneldeki ışığı düşünedurun, daha kötü haberler de var.
Bu ay yapılan enflasyon rakamları ile Merkez Bankası’nın yaptığı faiz artırımı da anlamsızlaştı.
Basit bir örnekten gidelim. Merkez bankası faizleri %6,25 arttırdı ancak aynı ay içinde enflasyon 6,30 arttı. Yani mevduat hesabınızın alım gücü %0,05 azalmıştır. Paranızın miktarı artsa da, alım gücünüz bu miktarın artışından daha fazla azalmıştır. %6,25 faiz artırımı hali hazırda ciddi etkiler de yaratmıştı. Kur dengesinde olumlu rol oynasa da; borçlanma daha maliyetli olduğu için birçok şirket borç yapılandırmasına gitmişti.
Kötü haber ise, Türkiye yeniden faiz arttırımı yapmazsa enflasyon ile mücadelede sorun yaşayacak. Faizleri arttırırsa daha fazla şirketin borç yapılandırması talebi olacak.
Yeni bir faiz artışının Kıbrıs’ta konut ödemesi yapanları ne kadar derinden etkileyeceğini varın siz düşünün.
Düşünün ama içiniz rahat olsun, çünkü, süpürgeleriyle hükümetimiz ışığa doğru yürüyor!
Esasen, dış mihrak söylencesinden mütevelli ekonomik aklı bir kenara bırakıp mantıklı düşünelim.
Önümüzdeki aylar mali disiplin ile ilgili Türkiye’nin vereceği önemli bir sınav süreci olacak.
Bu süreçte Erdoğan’ın takınacağı tavır ise hem önemli olacak hem de kırılganlık üzerine etkisi son derece büyük olacak.
Hali hazırda yıl sonunda özel sektör ödemelerini gerçekleştiriecek, yabancı kaynaklı şirketlerin kar transferlerini merkeze aktaracak, kamu borç ödemelerinin takviminin bu döneme rastlıyor. Yani bir anda piyasadan önemli bir para çıkışı gerçekleşecek.
Koşullar iyi olsa bile bu dönemlerde, kurda yukarı yönlü hareketlenme olur. Son 3 yılın kur hareketlerine baktığınızda bunu daha bariz görebiliriz.
Kötü haber vermek istemezdik ama enflasyon – faiz – kur üçgeninde iç açıların en dar olduğu köşeye sıkışan Türkiye için tehlike çanları çalıyor.
Hal böyle olunca, en sıkışık alana girip de orada “tünelin ucunda ışığı görmek” en iyi ihtimal bir göz yanılgısından ibarettir.
Mali olarak bu noktadan sonra kurtuluş var mı?
Zor.
1 Euronun 2 lira olduğu günleri bir daha geri gelir mi?
Zor.
Türkiye’nin Kemal Derviş dönemi başlayan ekonomik modelinin, likidite ile desteklenerek yüksek teknoloji yatırımları ile katma değeri yüksek bir ekonomi yaratırken koşulların şekillenmesi, siyasi ve ekonomik iklimin değişmesini zorunlu kılıyor.
Bu dönüşüm için Erdoğan ve AKP’nin tek başına yeni bir ekonomik vizyon yaratarak güven yaratabilmesi oldukça zor.
Sırf bunun farkında olduğundan dolayı, yeni bir siyasi iklim yaratmak yerine, mevcut siyasi iktidar Mckinsey ile yakınlaştı. Muhtemelen tahminimizdem kısa bir zamandan sonra IMF’nin koltuk değneklerine de ihtiyacı olacak.
Tabi ki, IMF’nin dahil olacağı süreç son derece sancılı olacaktır. Aynı zamanda IMF’nin yapamayacağı şeyler de olacak. Mesela insan hakları ve demokratik koşulların geliştirilmesi, yapısal düzenlemelerin gerçekleşmesi ve reform kapasitesinin arttırılması gerekiyor.
Bunları IMF’nin yapması mümkün değil. AKP’nin ise 2002 yılındaki performansını göstermesi mümkün değil.
Hal böyleyken, tünelin ucundaki ışık nasıl görülüyor diye soruyor musunuz ?
Doğrusu onu merak ediyoruz.
Gazeddakıbrıs Ekonomi Editöryası