Ersin Tatar, dün, Çukurova Derneği başkan ve yetkililerini kabul ettiği toplantıda belli başlı mesajlar verdi. Bu mesajlar, Ersin Tatar’ın yürütmekle görevli olduğu Kıbrıs Sorunu müzakerelerindeki temel noktalara dair yaşadığı kavram karmaşasını açıkça ortaya koydu.
Basın ofisi yarafından paylaşılan metinde, federasyonun Kıbrıslı Türklerin “azınlık olması” anlamına geldiğini iddia etti. Oysa ki, “siyasi eşitlik” ilkesi etrafında oluşturulan federal yaklaşımda, “azınlık olacak” iddiasının hala daha dillendirilmesi, “kandır çocuğu taksim istesin” yaklaşımının devamını bir kez daha ortaya koymaktadır. Ancak, temsil ettiği makamın senelerdir sürdürdüğü pozisyonu redderken, konuya dair yalan beyanda bulunmasını da anlamak oldukça güçtür.
Bir diğeri, (federasyonun) “Türkiye’nin adadan gitmesi” anlamında olduğuna dair ifadedir. Tatar ve basın bürosu bu ifadeyi paylaşırken hiç mi anlamını düşünmediler diye içimden geçiriyorum. Nihayetinde, nasıl bir çözüm olursa olsun, Türk Ordularının Kıbrıs’tan ayrılması gerekmektedir. Egemen eşitliğe dayalı bir çözüm dahi olacak olsa, egemen bir devletin başka ülke ordularının, kendi egemen toprağında karşılıklı anlaşma olmaksızın kabul görmesi beklenmez. Bu açıdan, aslında Tatar açıkça Türkiye’nin askeri mevcudiyetinin “çözümsüzlük” ile sürdürebileceğini ortaya koymakta, Türkiye’nin varlığının olağan dışı durumunu hatırlatmaktadır. Tatar, Türk ordusunun mevcut yoğunluğu ile ilelebet Kıbrıs’ta kalacağı bir çözüm niyetindeyse, aslında talebi ada üzerinde bir egemenlik değil “ilhak” olduğu söylenebilir. Bu anlamda, karşımıza bir kez daha “kandır çocuğu taksim istesin” yaklaşımını yineden görüyoruz.
Bir diğer kavram karmaşası ise “Kıbrıs’ta farklı dine ve kültüre mensup iki ayrı millet olduğu” açıklamasıdır. Muhtemelen, Kıbrıs adasına dair az biraz bilgisi olan insanlar bile adada birden farklı milliyetçi ideolojinin yarattığı ulusal kimliklerin oluştuğunu kabul etmektedir. Tarihsel sosyolojik olguların dayattığı çeşitli sebeplerin sonucu olarak Türk ve Helen milliyetçi kimliği ile başlayan ulusal kimlik süreci, zamanla Kıbrıslı Rum, Kıbrıslı Türk, Helen, Türk, Kıbrıslı gibi farklı milliyetçi ideolojilerin şekillendiğini ve bunun da farklı kimliklerde gruplar yarattığını söyleyebi
Adada milliyetçiliklerin olduğu reddedilmemektedir. Ancak, farklı etnik kimliklere sahip insanların olması, egemenliğin öznesi olan yeni halklar yaratmaz. Kıbrıs Türk ayrılıkçı anlayışının temel kavram karmaşalarından biri millet ile halk kavramlarını birbirine bilinçli veya bilinçsiz olarak karıştırmasından kaynaklanır.
Hukuki tartışmaların detaylarında kaybolmadan, Kıbrıs’ın sömürgeciliğin sonlanması ile egemenlik icra eden birçok etnik unsuru içinde barındıran tek halkın yarattığı bir ülke olduğu tarihsel bir olgudur. Kıbrıslı Türklerin siyasi arenada var olmasının kaynağı buradadır. Bunu yozlaştırmak, aynı zamanda Kıbrıslı Türklerin en önemli siyasi özelliğinin aşınması anlamına gelir.
Buna benzer birçok durumun yarattığı uluslararası hukuki çerçeve, bizlere; bir coğrafyada birden çok etnik unsur, millet veya cemaat olabileceğini ancak toprak bütünlüğünün bu farklı unsurların ortak iradesinden kaynaklandığını söylemektedir.
1974 yılında şiddet kullanılarak çizilen sınırın yeni bir halk yaratmadığı bir başka kesin olgudur. Ancak Tatar’ın halk ile millet arasındaki farkı görmezden gelerek, her milli unsurun kendi devletine sahip olacağına dair zeminsiz bir iddiada bulunmaktadır. İkinci Dünya Savaşı ile oluşan uluslararası hukuki çerçevede böyle bir iddiaya olanak sağlamamaktadır. Bir yalan uydurup, bu yalan çerçevesinde Kıbrıslı Türklerin kaderini tayin etmeye çabaladığın iddia etmek bizi bir kez daha “kandır çocuğu taksim istesin” yaklaşımına getirmektedir.
Ardından, Tatar, “dik ve onurlu” olarak nitelendirdiği ayrılıkçı duruşunun, “çok şey kazandırdığını” ifade etmesine rağmen, somut olarak kazanımın ne olduğu patolojik bir yalan ifadeden başka birşey değildir.
Dahasında, “millet gibi devletin de egemen olabileceği” gibi bir ifade ortaya koymaktadır. Oysa ki, egemenliğin icrasının esas olan millet ve devlet değil, “halk” olduğunu yine hatırlatmakta yarar vardır. O yüzden, 2. Dünya Savaşından sonra kaderini tayin etme hakkı; yani bir coğrafya üzerindeki farklı unsurların kendilerinin geleceğini belirleme gücünün, halk onayına sunmayı gerektirir. Referandumlar bu anlamda, tüm halkın katıldığı ve sonuçlarının bağlayıcı olduğu kabul edilen irade beyanlarının başında gelir. Devletler, ortada bir halk olmadığu sürece egemenlik icra edebilecekleri bir coğrafyaya da sahip olamazlar. Başka bir deyişle, Tatar’ın bu ifadesinde de temel hukuki referanslara dokunmayan, uluslararası karşılığı olmayan kuru gürültü yapmaktan başka birşey yaramayan “yalan” ifade olduğunu söyleyebiliriz. Bir kez daha “kandır çocuğu taksim istesin” yaklaşımı karşımıza çıkmaktadır.
Sonuç olarak, Kıbrıs Türk tarafını temsil eden kişinin uluslararası hukuk ve politikadan uzak demeçlerinin yarattığı kirliliğe maruz kalmakla birlikte, bu yaklaşımın bir sonuç yaratmayacağı açıktır. Uluslararası toplum için, Kıbrıslı Türklerin adanın geleceğini tayin etme iradesinin yoksunluğuna karşı, sembolizmden öteye geçmeyen girişimlerden ileriye gitmeyeceği de son derece açıktır. Bu çözümsüzlük siyasetinin ana unsuru ise 1957’ye dayanan “kandır çocuğu taksim istesin” politikasıdır. Bir tarafta 40 yıldır “federasyon” talebinden şikayetçi olan, ancak diğer taraftan 60 senelik “taksim” politikasını “yeni” olduğunu iddia etmek ise, olsa olsa yalanın daniskasıdır.