Gerek Batı gerek Orta Avrupa’da etkin olan bu post-faşist hareketler gelecek baharda yapılacak AB seçimlerinden zaferle ayrılacak olursa, AB’nin sağ kalabileceğini düşünmüyorum. Muhtemelen bir gecede yok olmayacaktır fakat AB’nin çöküşü orta vadede kaçınılmaz hale gelecektir.
AB’yi savunarak post-faşizmle etkin bir şekilde mücadele edemeyiz. AB’yi değiştirerek milliyetçiliği ve sağcı popülizmi mağlup edebiliriz.
Post-faşizm bütüncül hatta homojen özellikleri dahi olmayan küresel bir fenomen. Patlamaya hazır milliyetçilik, yabancı düşmanlığı, ırkçılık, karizmatik önderler, gerici “kimlikçilik” ve baskıcı küreselleşme karşıtı politikaları farklı biçimler alabilmektedir.
Tek emin olduğum şey, yirminci yüzyılda açığa çıkacak bu yeni alternatif solun anti-kapitalist olacağı. Ancak kendisine “komünist” diyip demeyeceğinden emin değilim. Muhtemelen yeni kavramlar ve imgeler icat edecek. Aynı iki yüz yıl önce sosyalizm ve komünizmin yaptığı gibi. Ama yeni küresel sol boş bir levha üzerinde icat edilmeyecektir. Geçmiş modellerle tarihsel bir kopuşun olduğunu söylemek, küresel solun bir belleğe ve tarihsel bilince ihtiyacı olmayacak demek değil.
Sol “öksüz kalmıştır.” Geçmişini ne sahiplenebilir ne de unutabilir. Aşması gereklidir.
*
Nicolas Allena ve Martín Cortés’in “Faşizmin Yeni Yüzleri” adlı kitabın yazarı Enzo Traverso ile yaptığı, Jacobin Magazine’de yer alan röportajı sizlerle paylaşıyoruz.
Bu röportaj Akın Emre Pilgir tarafından çevrilerek Gazete Hayır sitesinde yayınlanmıştır.
Fransa, İtalya, Macaristan, Polonya, Avusturya, hatta İspanya ve Almanya gibi tek seferlik uç örnekler. Yükselen sağın gölgesine giren ülkelerin sayısı her geçen gün artıyor. Bolsonaro’nun Brezilya’daki zaferi ve Trump’ın ABD başkanlığı, evvelde Avrupa odaklı bir fenomenin gezegene yayılıp yayılmadığına ilişkin tartışmalar başlattı.
Tartışma kaçınılmaz bir şekilde faşizm meselesine dönüyor. Hafızalara faşizmi getiren fakat tamamen farklı bir tarihsel bağlamda açığa çıkmış olan, yirminci yüzyılın “kan ve toprağından” farklı ağızlarla konuşan sağcı hareketleri nasıl anlamlandıracağız?
Faşizmin Yeni Yüzleri adlı kitabında Enzo Traverso, bu vurulması güç hedefe nişan almaktadır. Çıkan sonuçsa “post-faşizmdir.” Traverso’nun klasik faşizmle güçlü benzerlikler taşıyan radikal sağ arasındaki tarihsel sürekliliklere ve kırılmalara ışık tutabilecek bir yanıt bulma girişiminin sonucudur.
Nicolas Allen ve Martin Cortes, radikal sağın kendisini yeniden icat etme girişimini ve Solun buna karşı kendisini nasıl yeniden icat edip arayı kapatabileceğini tartışmak üzere Traverso’yla sohbet ettiler.
Faşizm ve popülizmle ilgili güncel tartışmalar sık sık semantiğe yani anlambilime saplanıp kalıyor. Faşizmin Yeni Yüzleri’nde farklı bir yaklaşımı benimsiyorsunuz. Bu sözlerin kamusal söylemlerde nasıl kullanıldığıyla ve “tarihin kamusal kullanımları” hakkında neler açığa çıkarabileceğiyle daha çok ilgileniyorsunuz. Kitaba genel olarak neyin esin kaynağı olduğunu kısaca anlatabilir misiniz?
Geçmişe ilişkin yorumlar günümüzün kamusal kullanımlarından koparılamaz. Faşizmi kavramsallaştırmakla ilgileniyorum fakat bu çaba sadece tarihyazımıyla ilgili değil ve politik açıdan “tarafsız” bir iş de değil. Örneğin faşizmi ve popülizmi birbirinden ayırıyorum: İlki demokrasinin yok edilmesi demek. İkincisiyse farklı, kimi zaman çok zıt yönler alabilen bir politik tarzdır fakat genelde demokratik çerçeveye aittir.
Bugün faşizm kavramını nasıl ayrıştıracağımdan emin değilim. Çok suiistimale uğrayan bir kelime. Genelde faşizme dönüş tehdidi hep Solun kaygılarından biri olmuştur. Bugün bu sağcı popülizmin ve post-faşizmin tehditi altındaki seçkinlerin çekincesine dönüşmüştür (ABD’de Madeleine Albright ve Robert Kagan’ı, yahut İtalya’dan Matteo Renzi’yi akla getirin).
Ancak geleneksel seçkin grubun önerdiği “anti-faşist” birleşik cephe, yeni radikal sağın ortaya çıkıp Doğu’dan Batı Avrupa’ya ABD’den Brezilya’ya yayılmasını sağlamış koşulların yaratılmasında kendine düşen payı saklamaktadır.
Kitabıma esin kaynağı olan soru şudur: Yirmi birinci yüzyılda faşizmin anlamı nedir? Küresel ölçekte yeni sağın yükselişini 1930’ların klasik faşizmine dönüş olarak mı görmeliyiz, yoksa tamamen yeni bir fenomen olarak mı? Nasıl tanımlamalı ve nasıl karşılaştırmalıyız?
Başlığından yola çıkarsak kitabın “neo-faşizmle” ilgili olduğunu düşünmek mümkün. Oysa siz Avrupa siyasetindeki sağcı savrulmayı klasik faşizmle bağlantılı fakat ondan farklı bir “post-faşist” fenomen olarak tanımlıyorsunuz. Neden bu farklılığın önemli olduğunu kısaca anlatabilir misiniz?
Klasik faşizme yakın olduğu iddia edilen neofaşist hareketler marjinal bir fenomendir. Yeni radikal sağın yükselişinde önemli olan etmenlerden biri, kendilerini yeni bir şey olarak tarif etmelerinde saklıdır. Ya faşist kökenlere sahiptirler (Trump veya Salvini) ya da kendi geçmişlerinden radikal bir şekilde kopmuşlardır (babasını Ulusal Cephe’den kovan Marine Le Pen).
Yeni sağ milliyetçi, ırkçı ve yabancı düşmanıdır. Birçok Batı Avrupa ülkesinde, en azından radikal sağın iktidar olduğu veya gücünü önemli ölçüde arttırdığı yerlerde, demokratik ve cumhuriyetçi bir retorik benimsemektedir. Dilini, ideolojisini ve tarzını değiştirmiştir.
Bir başka deyişle eski faşist alışkanlıklarını terk etmiştir fakat henüz tamamen farklı bir şeye de dönüşmemiştir. Henüz politik sistemlerimizin normal bir bileşeni değildir.
Bir yanda yeni aşırı sağ artık faşist değildir. Öte yandaysa onları faşizmle kıyaslamadan tanımlamamızın imkanı yoktur. Yeni sağ faşizme dönüşebilecek veya pekala muhafazakar, otoriter, popülist demokrasinin yeni bir formu olabilecek melez bir şeydir. Post-faşizm kavramı bunu vurgulamaya çalışmaktadır.
Gelecekte nasıl evrileceğini tahmin etmek bugün mümkün değildir. Bu noktada yirminci yüzyılın iki savaş arası dönemiyle yapılan karşılaştırmalar çok önemlidir: İki örnekte de uluslararası düzenin yokluğu söz konusudur. Büyük Savaş’tan sonra yaşanan kaos, sözde “Avrupa Uyumu”nun (on dokuzuncu yüzyıl klasik liberalizminin) yok olmasının sonucuydu. Bugünkü ise Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle ortaya çıktı. Faşizm ve post-faşizm bu kaotik ve dalgalı koşullar içinde doğdu.
Fransa’daki Ulusal Cephe’yi post-faşizmin tipik örneği olarak gösteriyorsunuz. İspanya’daki Vox yahut İtalya’daki Salvini’nin yükselişi, sizi post-faşizmin basit ve kullanışlı tanımına ufak nüanslar eklemeye itiyor mu? Yoksa bunları geniş kavramsal çerçevenizi onaylayan örnekler olarak mı görüyorsunuz?
Fransa, İtalya, Macaristan, Avusturya, Polonya’nın dışında yakın zamanda genelde istisna olarak görülmüş iki ülkede yani İspanya ve Almanya’da aşı sağın aldığı başarılar, genel eğilimi desteklemektedir. Fransa’daki Ulusal Cephe bunun habercisi olmuştu. Açıkça bu Avrupa Birliği’nin geleceğine dair çarpıcı soruların ortaya çıkmasına vesile olmakta. Gerek Batı gerek Orta Avrupa’da etkin olan bu post-faşist hareketler gelecek baharda yapılacak AB seçimlerinden zaferle ayrılacak olursa, AB’nin sağ kalabileceğini düşünmüyorum. Muhtemelen bir gecede yok olmayacaktır fakat AB’nin çöküşü orta vadede kaçınılmaz hale gelecektir.
Ancak bu gerici ve milliyetçi “Euro-fobik” hareketlerin yükselişi, AB Komisyonu’nun son yirmi yılda bizzat kendi eliyle uyguladığı politikaların ürünüdür. AB zorunlu, kimi zaman anayasalara kazınmış karmaşık yasalar sonucu oluşturulmuş bir hukuki yapıyla kurallarını tüm üye devletlere dayatan finansal kapitalizmin bir aracı olmuştur.
Neoliberal seçkinlerin en parlak başarısı kendi toplumsal iflaslarını (2008’de devlet eliyle kurtarıldılar), sözde güç yetirebileceklerinden fazlasını harcayan, şimdi kendilerini karlı ve rekabetçi kurumlara dönüştürmesi gereken devletin finansal krizine çevirdiler. Barroso (bugün Goldman Sachs’ın danışmanlarından biridir) ve Junker (Luxemburg gibi parasal bir cennetin eski yöneticilerindendir) gibi iki Komisyon başkanının ardından, Yunanistan kriziyle kıtaya yayılmış on yıllık kemer sıkma politikalarından sonra, Matteo Salvini ve Viktor Orban gibi sağcı popülist liderlerin yükselişi hiç de şaşırtıcı değil: “Akıl uyuduğunda canavarlar açığa çıkar.”
AB’yi savunarak post-faşizmle etkin bir şekilde mücadele edemeyiz. AB’yi değiştirerek milliyetçiliği ve sağcı popülizmi mağlup edebiliriz.
Analizlerinizin çoğu Fransa’ya odaklanıyor. Burada sanki yeni aşırı sağ, bastırılmış olanın geri dönüşü olarak görülürse daha iyi anlaşılabilecek bir şey. Yani Ulusal Cephe’nin yaygınlaşması, Beşinci Cumhuriyetin köklerinde yatan otoriter, sömürgeci tarihin gözler önüne serilmes süreci. Bu gerçekten doğru mu? Doğruysa aşırı sağcı eğilimlerle cebelleşen diğer ülkelere de uyarlanabilir mi?
Avrupa’da Asyalı ve Afrikalı göçmenlere yöneltilmiş yabancı düşmanı ve ırkçı daga kaçınılmaz bir şekilde yeni-sömürgeci bir havaya sahip. Hedefine aldığı Müslüman göçmenler ve mülteciler Avrupa’nın eski sömürgelerinden geliyorlar. Bu Avrupa’nın bilinçaltında yatan sömürgeci hissiyatın varlığını belirgin eşkilde açığa seren, “bastırılmış olanın dönüşüne” örnek bir hadise.
Ulusal Cephe artık Fransız Cezayiri’nin nostaljik habercilerinden oluşan bir hareket değildir. Artık kendisini küreselleşme, kitlesel göçler ve İslami köktencilik gibi tehditler karşısında Fransız ulusal kimliğinin savunucusu olarak tarif etmektedir. Bu yeni sömürgeci tutuma cumhuriyetçi ve “ilerici” alışkanlıklar da dahil edilebilmektedir: Bir yanda Fransa ve Avrupa’nın Hıristiyan köklerini İslami “işgale” karşı korumayı istemektedirler. Öte yandaysa İslami bağnazlığa karşı insan haklarını (hatta kimi zaman kadınların ve eşcinsellerin haklarını) savunma iddiasındadırlar.
Bu argümanlar Ulusal Cephe’nin safları dışında Fransız medyasında da çok popülerdir. Marine Le Pen’le karıştırılmayı hiç istemeyen birçok aydın onun en etkili müttefikleri olmuştur. Bunlardan biri Academie française’e yeni katılmış Alain Finkielkraut’tur. 2015 yılındaki terör saldırılarından sonra, François Hollande ve başbakanı Manuel Valls Ulusal Cephe’nin önerdiği politikaları benimsemişlerdir: Olağanüstü hal, sokağa çıkma yasağı, evraksız göçmenlerin toplu sınır dışı edilmesi. Hatta iki uyruklu teröristleri (örneğin Kuzey Afrika kökenli Fransız yurttaşları) yurttaşlıktan mahrum bırakma ilkesini hayata geçirmeye çalışmıştır.
“Mikro-faşizm” veya faşizmi kapitalizm içinde tarihötesi bir dinamik olarak gören diğer kavramlara itimat ediyor musunuz?
Küresel bir fenomenle karşı karşıya olduğumuz için “mikro-faşizm” bence uygun olmayan bir tanım. Gerçek bir demokrasi toplumsal eşitliği şart koştuğundan, özellikle neoliberal çağda Wendy Brown’un fevkalade açıklamasıyla kapitalizmin demokrasiyi “ortadan kaldırdığını” söyleyebiliriz. Bu kapitalizmin patolojilerinden yahut yozlaşmış formlardan biri değil genel eğilimlerindendir.
On dokuzuncu yüzyılın ilk yarısından bu yana, Tocqueville gibi klasik liberal düşünürler, kapitalizmin gelişiminin piyasa toplumu ile demokrasi arasındaki “birleşme eğilimini” tehdit ettiğini görmüştü. Kapitalizm ve demokrasiyi özdeşleştiren bu tahayyül yirminci yüzyılın ikinci yarısında yani refah devletinde bir mite dönüştü.
Aslında kapitalizmin bu şekilde “insanileşmesi” Ekim Devrimi’nin sonuçlarından biriydi. Reel sosyalizmin çöküşünden ve bağımsızlık hareketlerinin sona ermesinden sonra kapitalizm “vahşi” doğasını tekrar keşfetti. Toplumsal eşitsizlikler küresel ölçeğe ulaştı ve demokrasinin içi boşalmaya başladı.
Kuşkusuz faşizmin “tarihötesi” bir niteliği vardır (aklınıza 1960 ve 70’lerde Latin Amerika’daki askeri diktatörlükler gelsin) ve kapitalizmden ayrı düşünülemez. Nitekim bu onun temel öncüllerinden biriydi. Ancak faşizmi kapitalizmin küresel krizinin sonucu olarak görmek, onu kaçınılmaz sonucu olarak görmekle aynı şey olamaz.
ABD’de kapitalizmin krizinin sonucu faşizm olmamıştı. New Deal politikaları olmuştu. Faşizm döneminde (yirminci yüzyılda) demokrasiyi yok etmiş bir tarihsel çağa aittir. Bugün post-faşizm atalarının yıkıcı boyutunu kaybetmiştir. Parlamenterizmi veya bireysel hakları baskı altına almak istememekte, aksine demokrasiyi içeriden yok etmeye çalışmaktadır.
Faşizme veya aşırı sağ politik kimlikler akkında yapılan açık değerlendirmelerde bugün “tabuların terk edildiğini” yazdınız. Avrupa’da aşırı sağın, çekilen sosyal demokrat partilerin yarattığı boşluğu doldurarak belli bir meşruiyet kazandığını kabul ediyorsunuz fakat “tarihsellik rejimi” dediğiniz bir fikirle bağlantılı olrak çok daha derin bir yere parmak basıyor gibisiniz. “Hafızasını yitirmiş demokrasilerimizle” aşırı sağın yükselişi arasında çizdiğiniz bağlantıları açabilir misiniz?
Post-faşizm bütüncül hatta homojen özellikleri dahi olmayan küresel bir fenomen. Patlamaya hazır milliyetçilik, yabancı düşmanlığı, ırkçılık, karizmatik önderler, gerici “kimlikçilik” ve baskıcı küreselleşme karşıtı politikaları farklı biçimler alabilmektedir.
Örneğin Bolsonaro’nun benimsediği radikal neoliberalizm biçimi, post-faşizmin AB tarafından uygulanan neoliberal politikalarla açığa çıkmış öfke ve hoşnutsuzluktan belsendiği Avrupa’da bilinmemektedir. Bu bakış açısıyla, post-faşizmin yükselişinde en temel öncüllerden biri bana göre neoliberalizme solcu bir alternatifin olmamasıdır.
Yirminci yüzyılda Solun hegemonik modelleri olmuş komünizm de sosyal demokrasi de başarısız olmuştur: Reel sosyalizm kendi çelişkileriyle felç bir halde çökerken, sosyal demokrasi (Soğuk Savaş sırasında kapitalizmin insanileştirilmesinde araç olarak) neoliberal dönemde tarihsel işlevini tüketmiştir. Sosyalizmin yeniden icat edilmesi gerekmektedir.
Fakat Sol ve Sağın kendisini yeniden icat etme yarışında, post-faşizm bir adım öndedir. 1930’larda kıta Avrupa’sının hakim sınıflarınca desteklenmiş atalarından farklı olarak, post-faşizm henüz neoliberal seçkinlerin esas seçeneğine dönüşmemiştir. Kapitalizmin genel bir krizinden sonra yahut AB’nın aniden çökmesiyle başat seçeneğe dönüşebilir. İki dünya savaşı arasında faşizme kaynaklık etmiş Bolşevizm korkusu artık yoktur.
Kanaatimce ufuklarını güncel koşulların çizdiği neolibaral “bir tarihsellik rejiminden” bahsedebilirim. Bu hem sağ hem sol hareketler için bir engel. Post-faşizm atalarının ütopyacı ufkuna sahip değil. “Yeni İnsan,” “Binyıllık İmparatorluk” ve yeni medeniyet mitleriyle kolektif hayal gücünü fethetmeye çalışmıyor. Post-faşizmin mantığı daha çok “kültürel bir karamsarlık” bakışı. Geleneksel değerlerin ve “tehdit altındaki” ulusal kimliklerin savunusu; küreselleşmeye karşı ulusal egemenlik iddiası ve günah keçisi olarak göçmenlere, mültecilere, Müslümanlara işaret etmeleri.
Kitap ağırlıkla Avrupa’yla ilgili. Amerikan siyasetiyle ilgili kısa tartışmanız bile, Trump’ın faşist bir mercekle anlaşılabileceği fikrini çürütmeye dönük. Tarif ettiğiniz genel “tarihsellik rejimini” daha geniş bir alana uygulama imkanı var mı? Brezilya’da Bolsonaro’nun zaferi bizi post-faşist fenomenin küresel boyutları üzerine düşünmeye çağırmıyor mu?
Birçok gözlemcinin belirttiği gibi Trump tipik faşizan özellikler sergiliyor: Otoriter ve karizmatik liderliği, demokrasi nefreti, hukuku küçümsemesi, güç gösterileri, insan haklarını aşağılaması, açık ırkçılığı, kadın düşmanlığı, homofobisi. Ancak arkasında ırkçı bir hareket yok. Amerikan siyasi rejiminin sacayaklarından Cumhuriyetçi Parti’nin adayı olarak seçildi. Bu paradoksal durum, ABD’nin demokratik çerçevesini sorgulamadan kalıcı hale gelemez.
Benzer bir ikilem, çok daha çarpıcı ve dikkat çekici biçimiyle, Bolsonaro’nun seçilmesinden sonra Brezilya için geçerlidir. Amerikalı veya Avrupalı akranlarından çok daha radikaldir. Marine Le Pen babasının anti-semitist tutumunu terk edip demokratik bir retorik benimsemişken, Bolsonaro işkenceyle askeri diktatörlüğü savunan biridir. Marine Le Pen ve Salvini korumacı politikaları yeniden uygulamak isterken, Bolsonaro fanatik bir neoliberaldir.
Ancak Brezilya kapitalizminin temel direği Petrobas arkasında değildir. Birçok Brezilyalı analizcinin belirttiği gibi, Bolsonaro’nun arkasında üç güçlü muhafazakar güç vardır: “balas, bois, e biblia” yani ordu, toprak sahipleri ve Evanjelik kilise köktenciliği.
Bir başka deyişle klasik faşist hareketlerin, Trump ve Bolsonaro’yu bir araya getirecek şu iki özelliği ortada yoktur: Kitle seferberliği ve seçkinlerin birleşik desteği. Doğru mu?
Evet, özellikle etkili bir alternatif olmadığı için hakim sınıflar ikisiyle mükemmel bir uyum sergilese bile, onları klasik faşizmden ayıran temel şey budur. Ancak AB ülkelerinde bu seçenek gündemlerinde değildir. Askerileşmiş ve kitleselleşmiş faşist hareketler, Büyük Savaş sonucu siyasette yaşanan sertleşmenin sonucuydu. Bugün bu AB ülkeleri, ABD veya Brezilya’da değil Irak, Libya, Suriye ve Yemen’de yaşanmaktadır. Bu sebeple Trump ve Bolsonaro’nun öncüsü ne Mussolini ne Hitler’dir. Berlusconi’dir. Ama yeni bir küresel kriz, birçok ülkede aşırı sağın profilini değiştirebilir.
Yeni kitabınızın ilginç bölümlerinden biri, Avrupalı “anti-anti-faşist” tarihçiler” ekolüyle tarihe sözde “politik tarafsızlık içinde” bakmalarını ele alıyor. Neden onları tehlikeli sayıyorsunuz ve anti-faşist bir tarih yazımının önemini yeniden vurgulamak neden önemli?
Faşizm ve demokrasiyi ayıran çizgi hem ahlaki hem politik bir çizgidir. Kıta Avrupa’sında ve yakın zamanlarda Latin Amerika’da demokrasi Direnişten ve anti-faşizmden doğdu. Bu mücadeleler verildiği her yere demokrasiyi getirdi. “Anti-anti-faşist” bir demokrasi kırılgan, amnezik ve kendi tarihine nankör bir yapı olacaktır.
Sol anti-faşizm ve demokrasi arasındaki bu genetik bağı unutmamalıdır. Demokrasi hukuki ve politik işlemlere, “oyunun kurallarına” indirgenemez. Demokrasi piyasa toplumunun basit bir sonucu da değildir. Politik devrimlerin ve anti-faşist mücadelelerin tarihsel bir kazanımıdır. Bu tarihsel bağı koparmak veya reddetmek “demosu ortadan kaldırmanın” en dolaysız yoludur.
Wall Street’i İşgal Et ve İspanya’daki Öfkeliler gibi “meydan hareketlerini” “yeni komünizmi” icat etmeye dönük girişimler olarak tarif ettiniz. Aynı zamanda eleştirel bir şekilde “eski komünizme” bakmazsa ve bu mirasın kullanılabilir yönlerini keşfetmezse, küresel solun dümensiz kalacağını söylüyorsunuz. Komünist mirasın kullanılabilir unsurları nerede yatmaktadır?
Wall Street’i İşgal Et ve İspanyol Öfkeliler hareketi başka bir seçeneğe duydukları arzuyu ifade ettiler. Aynı 2015 yazındaki politik kaymadan önce Yunanistan’da Syriza’nın yaptığı gibi. Bugün Bernie Sanders, Jeremy Corbyn ve Podemos bize Solun yeni fikirler, yeni yollar ve yeni umutlar aradığını kanıtlıyor. Sanders 1930’lardaki New Deal’den ve 1960’lardaki Yeni Sol’dan sonra Amerikan sol tarihinde bir kaymayı cisimleştiriyor. Asla düşünce olarak hegemonya kuramadığı bir ülkede sosyalizme yeni bir meşruiyet veriyor. BK ve İspanya’da Corbyn ve Podemos, uzun soluklu sosyal liberalizmden radikal bir kopuşu temsil ediyorlar.
Bu deneyimler küresel sol için yeni bir model yaratmanın adımları. Eski paradigmalar yıkıldı fakat yerine henüz bir şey konmadı. Yeni model Marx’ın meşhur “on birinci tezinde” söylediği gibi, dünyaya dair eleştirel bir yorumla onu devrimci bir şekilde dönüştürme projesini bir araya getirmeli.
Yirminci yüzyılda bu birlikteliği sağlayan ve ütopyacı ufku belirleyen komünizmdi. Tek emin olduğum şey, yirminci yüzyılda açığa çıkacak bu yeni alternatif solun anti-kapitalist olacağı. Ancak kendisine “komünist” diyip demeyeceğinden emin değilim. Muhtemelen yeni kavramlar ve imgeler icat edecek. Aynı iki yüz yıl önce sosyalizm ve komünizmin yaptığı gibi. Ama yeni küresel sol boş bir levha üzerinde icat edilmeyecektir. Geçmiş modellerle tarihsel bir kopuşun olduğunu söylemek, küresel solun bir belleğe ve tarihsel bilince ihtiyacı olmayacak demek değil.
Geçmiş yenilgileri eleştirel bir şekilde değerlendirmekten kaçınılamaz. Solun Paris Komünü’nden 1973 Şili darbesine varıncaya dek yenilgileri aşmasında yardımcı olmuş şeyler, geleceğin sosyalizmde olduğuna ve en trajik yenilgilerin bile sadece mağlup olunmuş birer mücadele olarak görüleceğine duyulmuş inançtır. Tarihsel hedefe duyulan bu inanca teleolojik bir boyutun yükü binmiştir fakat Sola aynı zamanda bugün artık var olmayan muazzam bir güç bahşetmiştir.
Sol “öksüz kalmıştır.” Geçmişini ne sahiplenebilir ne de unutabilir. Aşması gereklidir.
Popülizmin Soldan politik olarak faydalanmasına şüpheci bakıyorsunuz. Genelde farklı amaçlar için kullanılan bir sözcük olduğu için (La France Insoumise ve Ulusal Cephe gibi farklı olguları yan yana koymakta kullanıldığı için) popülizmin en nihayetinde Sol ve Sağ arasındaki ayrımları bulanıklaştırdığını söylüyorsunuz. “Meydanlarla” “sandıklar” arasında bir yol inşa etmeye çalışan bazı solcu aydınlarla siyasi partilerin “sol-popülizm” yaftasını benimsemeleri, sanki çok ilginizi çekmiyor. Post-faşizme karşı mücadelede sol-popülizme bir yer sizce var mı?
Bana göre popülizm politik yelpazenin gerek Sağında gerekse Solunda, çok farklı hatta birbirine karşıt yönelimlere sahip liderlerin paylaşabileceği bir politik üslup. Ancak “halk” yozlaşmış seçkinlere karşı konumlandırıldığında bir üslup ve retorik politik bir gücün sadece formunu belirleyebilir, içeriğini değil. Latin Amerika’da sol popülizm demagojiden yararlanmış ve genelde otoriter özellikler kazanmıştır. Ancak hedefi alt sınıfları sosyal ve politik sisteme dahil etmek olmuştur. Batı Avrupa’da sağ popülizm yabancı düşmanı ve ırkçı olup dışlayıcı politikalardan yanadır.
Marco D’Eramo’nun vurguladığı gibi” çoğu kez “popülizmi” damgalamak “halka” duyulan aristokratik ve elitist bir horgörüyü açığa vurur. Eğer popülizm Corbyn, Sanders ve Podemos’un Salvini, Orban, Trump ve Bolsonaro’yla aynı olduğunu söylüyorsa tamamen yararsız, hatta tehlikeli bir kavramdır.
Biliyorum ki bazı radikal düşünürler, popülizmi sol ve sağ arasındaki çelişkiye bir alternatif olarak görüyorlar. Bazen de ortaya değerli argümanlar atıyorlar. Belli koşullar altında bu popülizm kullanımı işe yarayabilir ama post-faşist hareketlerin yükselişe geçtiği küresel bağlam içinde tehlikeli yanlış anlamalara sebep olabilir.
Son olarak egemenlikle ve Solda bu kavramın politik kullanımlarıyla ilgili bir dolu soruya sebep olan, sözde “sınırları kapatmaya dönük solcu yaklaşım” etrafındaki son tartışmayı nasıl görüyorsunuz? Bu konuda bir düşünceniz var mı?
Göçmenlere ve sığınmacılara karşı “duvarlarla çevrilmiş devletlerin” ve askeri hudutların olduğuı bir çağda “sınırları kapatmak” bana son derece tehlikeli geliyor. En nihayetinde yabancı düşmanlığını, “ulusal kimliği” korumaya dönük gerici tutumları ve ulusal egemenliğe dönüşü meşrulaştırıyor. Kapitalist küreselleşmenin, ulusal sınırları yeniden tesis ederek durdurulabileceğini düşünmek gerici bir fikirdir. Çünkü yirmi birinci yüzyılın tüm önemli meseleleri, çevreden toplumsal eşitsizliklere ve nüfus hareketlerine küresel bir çözüm gerektirmektedir.
Başlangıcından beri enternasyonalizm Sola aittir ve bu evrenselci bakışaçısını terk etmenin ve inkar etmenin öyle kolay olmadığını düşünüyorum. Küresel bir çağda sosyalizm, sınırların ayrım çizgileri değil buluşma noktaları olduğunu yeniden keşfetmelidir.
Kaynak: Jacobin Magazine
Çeviren: Akın Emre Pilgir, Gazete Hayır
http://gazetehayir.com/fasizm-eskisi-ve-yenisi-jacobin-magazine/?fbclid=IwAR0qpzCFIENl973P2unIN-Dqq1q0c8HgNLnhV9FztEinsSsUoYFzwrLyRyw