“Kötülüklerin büsbütün egemen olduğu
Namussuz bir çağ bu biliyorsun.”[1]
1981’de Karayip ada ülkelerinden Dominik’te düzenlenen Birinci Latin Amerika ve Karayip Kadınlar Kurultayı, bu ülkede diktatör Trujillo’ya karşı direnen Mirabal kız kardeşler Patria, Minerva ve Maria Teresa’nın katledildiği 25 Kasım’ı, “Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele ve Uluslararası Dayanışma Günü” ilan etti.
Mirabal kardeşlerin katli, bir “aile içi şiddet” ya da “kadın cinayeti” vakası değil, bir devlet şiddetiydi.[2]
Rafael Leónidas Trujillo… 1930’da sahte seçimlerle iktidarı ele geçirip 1961’e kadar Dominik’e kan kusturan diktatör. Verimli topraklarının yüzde 60’ının, şeker sanayiinin ise yüzde 65’inin sahibi, ülkeyi tam tabiriyle “babasının çiftliği gibi” yöneten kanlı katil. “Kanlı katil” tabiri boşuna değil, iktidarı boyunca, kendisine karşı çıkanları acımasızca öldürtmesiyle ünlü. 31 yıllık yönetimi boyunca 50 binden fazla insanı katletmiş: Yalnızca 1932 Ekim’inde altı gün süren Perejil (maydanoz[3]) katliamında ülkenin kuzey sınırında askerlerine tüfekle, süngüyle, palayla katlettirdiği Haitili göçmen sayısı için verilen tahminler 12 ila 35 bin kişi arasında.
Diktatörün otuz küsur yıllık iktidarının sonunun üç kelebeğin elinden olacağını kim tahmin edebilirdi ki?
Üç kelebek (mariposa): Mirabal kardeşler… Dominikli orta hâlli bir çiftçi ailesinin dört kızından üçü. Patria, Minerva ve Maria Teresa… Öykülerini ayrıntılarıyla sağ kalan dördüncü kardeş, Belgica Adela (Dede)’dan öğreniyoruz.
Katolik bir okuldan yetişiyor kelebekler. Gencecik yaşlarında ülkeyi yöneten baskı, yolsuzluk ve terör rejiminin ayırdına varıyorlar.
1958 Latin Amerika kıtası için, Venezüellalı diktatör Marcos Perez Jimenez ile Kübalı diktatör Fulgencio Batista’nın devrildiği bir dönüm noktasıydı. Özellikle Küba’nın diktatörünün Che ve Fidel önderliğinde bir avuç devrimci eliyle iktidardan indirilmesi, büyük bölümü ABD destekli askeri rejimler altındaki kıta ülkelerinde devasa bir dalgalanma yaratacaktı. Hele ki Dominik’de…
1959 Ocağında bir grup genç eylemci diktatörlüğe son vermek için bir araya gelecekti: Minerva ile üniversitede tanışıp evlendiği, (kendisinden birkaç yıl sonra, 28 gerilla arkadaşıyla birlikte dağda öldürülecek olan) genç devrimci hukukçu Manuel Tavárez hareketin başını çekiyordu. Patria ve Maria Teresa da kız kardeşlerinin yanında. Hepsi Küba devriminin etkisi altındaydı. Özgürlük ve eşitliğe susamışlardı.
Grup, bir süre isimsiz olarak sürdürdü faaliyetlerini. Sonra 14 Haziran 1959’da Küba hükümetinin desteğiyle Dominik’e çıkartma yapmaya kalkışan ve her biri Trujillo güçlerinin elinde akıl almaz işkencelerle katledilen bir grup devrimcinin anısına, 14 Haziran Hareketi adını aldılar. Bildiriler dağıtıyor, kısa sürede toplanıp dağılan protesto gösterileri düzenliyor, ülke çapında örgütlenmeye çalışıyorlardı… Hareket kısa sürede kitleselleşti.
Dedim ya, hareketin başında Minerva vardı: Kod adı Mariposa (Kelebek)… Trujillo ile tanışıklığı biraz daha eskilere dayanıyordu. Güzelliğinin etkisine kapılan diktatör onu elde etmek istemiş -ülkenin her kadını onun doğal “haremi”ydi, fikrince- ve hiç beklemediği bir biçimde reddedilmişti. Mirabal’lara hıncı bu olaya dayanıyordu diktatörün. Babalarının mülklerine el koymak, öfkesi hafifletmemişti.
14 Haziran hareketi, Trujillo’nun Mirabal kardeşlerle ikinci karşı karşıya gelişiydi. “İki düşmanım var,” diyordu Dominik diktatörü: “Kilise ve Mirabal Kardeşler”…
Hareket 10 Ocak 1960’ta bir mitingle açığa çıktı. Diktatörlüğe son verilmesini, demokrasi ve eşitlik istediklerini açıkça ilan ettiler. Ve Trujillo rejiminin ağır baskılarıyla karşılaştılar… Hareketin militanları tutuklanarak dehşetli işkencelere uğratılıyordu, birçoğu katledildi.
Ancak zulüm ile abad olunmaz… Rejimin muhaliflerine uyguladığı ağır baskıların duyulması, işkence haberleri uluslararası kamuoyunu harekete geçirdi. Amerika Devletleri Örgütü üyeleri Dominik’le diplomatik ilişkilerini kestiler. Ülkeye ekonomik ambargo uygulandı. ABD dahi Trujillo’dan desteğini çektiğini açıklamak zorunda kaldı. Bu kadar da değil; içeride o güne dek rejimin yanında yer alan Katolik Kilise bile Trujillo aleyhine döndü, papazlar kiliselerde insan hakları ihlallerine karşı çıkan vaazlar vermeye koyuldu…
Mirabal kardeşler de baskılardan paylarına düşeni aldılar. Eşleriyle birlikte tutuklanarak ağır işkencelerden geçtiler. Ancak uluslararası baskılar sonucu Patria, Minerva ve Maria Teresa ev hapsi koşuluyla serbest bırakıldı. Haftada bir gün evlerinin dışına çıkmalarına izin vardı, o günü de “La 40” olarak anılan özel cezaevinde tutulan eşlerini ziyarete ayırıyorlardı.
Bunun bir tuzak olduğunu bile bile… Nitekim, bir ziyaret dönüşü, 25 Kasım 1960 günü askerler araçlarını durdurdu. Kelebeklere önce tecavüz edip, ardından sopalarla döve döve katlettiler. Cinayete araba kazası süsü vermeyi ihmal etmeden…
Bu cinayet, Trujillo rejiminin sonunu getirecekti. “Kaza” tertibi kimseyi kandırmamıştı. Öfke büyüdükçe büyüdü… Sonunda genç bir subayın silahında kurşun olup Trujillo’nun beyninde patladı… 31 yıllık kanlı diktatörlük sona ermiş, Dominikliler ise zulme karşı direnmeyi öğrenmişlerdi…
* * *
Mirabal kardeşler kadına karşı devlet şiddeti üzerinde düşünmek için önemli veriler sunuyor bize…
Merkezi iktidar aygıtı olarak devlet, erildir. Çünkü iktidar (erk) erildir. Tarih sahnesine çıkışı, kurumsallaşması erkeklerin, kabilelerin yaşlı, erkek liderlerinin elinden olmuştur. Kabile liderleri, kabilenin savaş, barış, mübadele gibi dış, ürünlerin paylaştırılması ve anlaşmazlıkların giderilmesi gibi iç sorunlarını kararlaştırırken, gençler ve kadınların bedenleri ve emekleri üzerinde denetim uyguluyorlardı: sınıflı toplumlar ve devlet formasyonları bu modeli olduğu gibi devralıp kurumsallaştırdı…
Çocukların kime ait olduğu mülkün (önce kabile mülklerinin, ardından da özel mülkiyetin) sonraki kuşaklara devri sorunuyla birlikte “nesep sahihliği” önem kazandığı ölçüde, kadınların bedenleri/ cinsellikleri üzerindeki denetim, önem kazanacaktı. “Dışarıdan” (dışevlilik nedeniyle) gelen kadının doğurduğu çocuk, topraklarımı(zı), sürülerimi(zi) devralacaksa, onun “bizim” olduğundan emin olmak önemliydi. Kutsal bekâret!
Mezopotamya çevresinde biçimlenmiş ilk devletlerden kalan yasalarda görülen, kızların bekâretine, evli kadınların zinasına saplantılı vurgunun nedeni budur…
Evet, bekâret ve iffet, devlet(ler)in indinde önemlidir.
Ve devlet(ler) kadınları ikiye ayırır: iffetliler ve iffetsizler… İffetliler, baba ocağında dizini kırıp koca bekleyen kızlar, ya da kocasından başkasına gözünü çevirmeyen evli kadınlardır. (Hani bizde İslamcılar sıkça kullanırlar ya: “Örtüsüz kadın perdesi olmayan ev gibidir; ya satılıktır ya da kiralık…”) Erkekler ve devlet, “iffetliler”i korumak ve kollamakla yükümlüdürler. (TCK’nın kadınların baskısıyla değiştirilene dek evli kadına tecavüz için “umumi” kadına tecavüzden çok daha yüksek ceza öngördüğünü hatırlayın!)
“İffetsizler” ise sokağın, herkesin kadınlarıdır… Herhangi bir korumayı hak etmezler, tam tersine, “iffetliler” onlardan korunmalıdır. Devletin onlara karşı en “hayırhah” tutumu, hoyrat bir umursamazlıktır.
Sorun şu ki, bir kadını neyin “iffetli”, neyin “iffetsiz” kıldığı muğlak bir sorundur ve her zaman kiminle cinsel ilişkiye girdiğiyle bağlantılı değildir. İffetli/ iffetsiz sınıflandırması, bir dizi dikotomiyi altında hizalar: tesettürlü/ tesettürsüz; evli/ bekâr; çocuklu/ çocuk doğurmak istemeyen; evde oturan/ sokakta gezen; ev kadını/ çalışan kadın; sade giyinen/ süslü dolaşan; protestolara katılan/ uysal-suskun; hatta bağnazlık katsayısına göre ev kızı/öğrenci…
Devlet-özellikle çatışmalı alan ve momentlerde- kadınları bir başka bakımdan da ikiye ayırır: “Bizim” kadınlar ve “öteki” kadınlar. “Bizim” kadınlar: Ana, avrat, bacı, yar… Uğruna savaşılası, can verilesi… Devletlerin askerlerini ölüme sürerken motive etmek için yararlandığı… Korunması, zelil edilmemesi bir “namus” meselesi olan… İffetli, şefkatli, fedakâr kadınlar…
Bir de “öteki/düşman(ların) kadınlar(ı) var: Galiplerin savaş ganimeti, orta malı… Esir kamplarında topluca tecavüz edilecek, cariye pazarlarında satılacak, bir araya toplanıp galipler ordusu askerlerine genelev açılacak…
Eril zihniyette cinsellik yalnızca cinsellik değildir. Birbirini seven, arzulayan iki kişi arasında paylaşılacak bir sıcaklık, bir haz… Paylaştıkça çoğalan… Hayır, eril zihniyette cinsellik, çoğunluk bir savaş metaforudur. Bir yenen, bir de yenilen tarafın olduğu… Gerçek savaşın galiplerinin mağlupların kadınlarına başıboşça tecavüz etmelerinin nedeni budur. Yendiklerine, yenildiklerini belletmek… Yalnız bedenen değil, onurları ve moralleriyle yenik düştüklerini…
Savaşın tarihi, bir bakıma toplu tecavüzlerin de tarihidir… Kadınlar bunu bilirler… Bu nedenledir ki mağlup kadınlar galip erkekler karşısında topluca intiharı seçmiştir çoğu kez…
Örneğin Persli Harpagos’un işgal ettiği Xantos’da yenik düşen Likyalıların bir kaleye toplayıp ateşe verdiği kadınlar ve çocuklar… (İ.Ö. 6. Yüzyıl)
Örneğin Romalıların yendikleri Töton kralı Teutobod’dan savaş ganimeti olarak 300 evli kadın istemesi üzerine önce kendi çocuklarını öldürüp ardından birbirlerini boğan Töton kadınları… (İ.Ö. 2. yüzyıl)
Örneğin Hindistan’ın Rajput Krallığı’nda Chittor Kraliçesi Rani Padmini’nin yenilgiye uğradığında 700 kadar kadınla birlikte bir şenlik ateşi yakıp ateşe yürümesi, yani jauhar… (14. yüzyıl)
Örneğin, Yunanistan/ Epirus’da Osmanlı Ali Paşa ile giriştikleri Saoli savaşında yenilen yerel Yunan ve Arnavutların kadınlarının, çocuklarıyla beraber sığındıkları Zalongo tepelerinde şarkılar söyleyip dans ederek kendilerini aşağıya bırakmaları, ya da Zalongo dansı… (1803)
Örneğin Dersim Tertelesi’nde, askerlerin eline geçmemek için kendilerini Munzur’a bırakan kadınlar… (1938)
Diyorum ya, kadınlar savaşta yenilmenin kendileri için ne anlama geldiğini bilirler… Üstelik bu “anlam” bize tarih kadar uzak değil.
Êzîdî, Şabak, Türkmen, Hıristiyan kadınları cariye pazarlarında satışa çıkartan IŞİD, hemen yanı başımızda duruyor… Bosnalı kadınlar için “tecavüz kampları” kuran, tutsak kadınların Sırp askerlerden gebe kalması gibi bir “nüfus mühendisliği” uygulayan Sırbistan (1992-1995 Bosna Savaşı), HIV positif Hutu askerlerin Tutsi kadınları üzerine salındığı Ruanda, Boko Haram’ın militanlarının cinsel ihtiyaçları için yüzlerce kadını kaçırdığı Nijerya da öyle…
“İç düşmanlar”ına karşı “düşük yoğunluklu”da olsa savaş açan devletlerin de farklı bir şey yaptığı söylenmez. İran mollarşisi gözaltına alınan protestocu kadınlar için erkek adli mahkûmlara prezervatif dağıtıyor, örneğin… Şili’nin 2019 protestolarında kadınlar polis-asker taciz ve tecavüzlerine “Las Tesis” dansıyla karşılık veriyordu: “Tecavüzcü sensin, öldüren sensin, polisler, hâkimler, devlet ve başkan”… Ve Türkiye’de (“Çıplak arama yok” yaygarasıyla bir yerlerden “Aferin” kopartmaya çalışan “makbul” kadınlara ne derse desin) iktidar pervasızca çıplak aramayı dayatıyor, tutuklanan kadınlara…
Tecavüz, devletler indinde dış (ve iç) “düşmanlar”ı ama en çok da kadınları yola getirmenin araçlarından biri. Cinsel şiddet top gibi, tüfek gibi bir silah… Kadınları “mahremiyet” dışına itmenin, dolayısıyla “kadınlık”a yüklenen değerler silsilesinden (iffetli, namuslu, cefakâr, temiz, şefkatli, sadık, vakur…) dışlayarak kimliksizleştirmenin bir yolu…
Trujillo’nun “Kelebekler”i katletmekle yetinmeyip önce tecavüz ettirmesinin nedeni tam da bu…
Dünya kadınları, Şilili kadınlarla birlikte haykırmakta haksız mı: “Tecavüzcü sensin, öldüren sensin, polisler, hâkimler, devlet ve başkan”!
12 Kasım 2022 10:57:40, İstanbul.
N O T L A R
[*] 23 Kasım 2022 tarihinde Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Ataşehir Şube-Cemevi’nde yapılan konuşma… Alevîlerin Sesi, Avrupa Alevî Birlikleri Konfederasyonu Yayın Organı, 12/2022, No:272, ss.36-39…
[1] Cemal Süreya.
[2] “Minerva Mirabal’in kızı Minou Mirabal, siyasi bir cinayetin, daha çok aile içi bir şiddete karşı mücadeleye sembol seçilmesinin kendisi için hep bir ‘paradoks’ olduğunu söylüyor: ‘Çünkü onlar siyasi bir suçun kurbanı oldular. Diktatörlüğe karşı savaşmak için bir parti kurdular, çeşitli seferlerde tutsak düştüler. Tiranın (Trujillo) kendisi de onları baskı altına almaya çalıştı. Bu politik şiddet eylemi, bugün kadına yönelik bir başka tür şiddetle, aile içi şiddetle mücadele etmek için bir örneğe, bir gerekçeye dönüştü.’” (Elif Görgü, “Mirabal: Annem Diktatörün Hem Tacizi Hem De Baskısıyla Mücadele Etti”, https://www.evrensel.net/haber/265945/mirabal-annem-diktatorun-hem-tacizi-hem-baskisiyla-mucadele-etti)
[3] “Soykırım” olarak da değerlendirilen katliamın nedeni, ülkenin kuzeyindeki Haitili sığınmacıların Dominik’e girişini engellemekti. Adı ise, Haiti dilinin İspanyolca maydanoz” anlamına gelen perejil sözcüğünü telaffuza yatkın olmayışından kaynaklanır. Aktarıldığına göre Trujillo’nun askerleri, Afro-Haitilileri Afro-Dominiklilerden ayırt etmek için kurbanlarına bir tutam maydanoz gösterip ne olduğunu sorarlar, doğru telaffuz edemeyenleri katlederlermiş. (Wikipedia, “Parsley Massacre” https://en.wikipedia.org/wiki/Parsley_massacre)