Yazının başlığını daha doğru söylersek “tarih orada duruyor ve biz hiçbir şey öğrenme niyetinde olmuyoruz.”
Başarısızlıklar, hatalar sadece bireysel değil toplumsal yaşamda da bizler için bir lütuf iken ve bize bir şeyi ‘o şekilde’ yaparsak yine başarısız olacağımızı söylerken; biz her defasında aynı şeyleri aynı şekilde yapmaktan ve tarihin saçma bir şekilde tekerrür etmesinden sadistçe zevk alıyoruz sanki.
Bu tarihten ders çıkarma edebiyatını görüşme süreci için yazmıyorum.
Olan oldu…
Ve olmayan herşey de aslında sebepleri ile birlikte tarihin tekerrürüydü.
Mart ayı başında, daha Plebisit günlerinde, olası bir yakınlaşma olacağını, bu yakınlaşmanın da daha büyük bir kriz doğurabileceğini şöyle yazmıştık:
“Gelinen noktada Akıncı ve Anastasiadis’in önümüzdeki günlerde yakınlaşma belirtileri göstermesi olası. Müzakerelerin yeniden başlaması için adımların da atılacağı hissediliyor. Fakat Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak da var ve kesin olan birşey de bu masanın bir büyük krizi daha kaldıramacağı.
Masadaki ruh hali buna elverir mi bilinmez ama artık bir adım atmadan on defa düşünmenin vakti çoktan geldi. Anastasiadis için seçim çanlarının iyice yakından duyulduğu bir dönemde, metod ve kararlılık yönünde ciddi bir farklılık olmadan yeniden müzakere etmeye, karşılıklı birbirini köşeye sıkıştırmaya çalışmak ya yeni bir krizi, ya da yine bir kez daha bir taraftan ‘evet’ diğer taraftan ‘hayır’ı çıkaracak.
Tabi ki hayalimiz erken erken çözüm ama eğer bu iki kötü senaryodan birinin gerçekleşeceğine dair inanç kuvvetliyse, müzakereleri rahatsız edici duyulsa da yol haritası belirlenmiş bir 2018’e sarkıtmak daha akılcı olabilir.
50 yıldır birleşmeyi bekleyen bu adanın, 8-10 ay daha beklemekten incileri de dökülmez herhalde.
Bu arada da yıkılan umutları ve yükselen nefreti yeniden düzeltmek için belki birkaç adım atma zahmetine girilir.” (Kaynak: Kıbrıs Konusu’nda Tekerrür Siyaseti, Gaile Dergisi Sayı: 410)
Uzun lafın kısası Crans Montana’ya gidilmemeliydi.
Gidip de aynı şeyler, aynı şekilde konuşulacaksaydı tabi.
Bazen geriye yaslanıp bir soluklanmanın, herşeyi yeniden gözden geçirerek, yeni bakışaçısıyla devam etmenin yararı olabiliyor.
Olur muydu? Bilemeyiz.
Ama bugün daha farklı olurdu, o kesin.
…………….
Bu süreç bize birşeyi bir kez daha hatırlattı.
Kıbrıs sorununun çözümü için iyi niyetlilik, kararlılık yeterli değil. İstenen şey geleneksel pozisyonların her iki tarafça da yerinden oynatılması.
Özellikle güç dağılımında ve garantilerde geleneksel pozisyonları yerinden oynatmadıkça her defasında deneriz, en iyi ihtimalle daha iyi deneriz.
Hani o çocukların oynadığı, geometrik şekillerdeki kutuları birbirinin içine soktuğu oyuncaklar var ya.
Biz her defasında bir lidere kareyi, diğerine üçgeni veriyoruz.
Onlar da bize “Yahu arkadaşlar bunlar birbiri içine girmez” demiyor tabi.
Deseler “vay hain” diye oyuncağı ellerinden alacağız. Bir kere olsun deneme fırsatını kullanmak istiyor herkes.
İyi niyet ve kararlılıkla kareyi üçgenin içine sokmaya çalışıyorlar, ama olmuyor.
Şimdi biz de cadı avı gibi dağılan masanın günahının hangi liderde olduğuna odaklanıyoruz bunu bildiğimiz halde.
Talat-Hristofyası cezalandırdık, Akıncı-Anastasiadis’i de cezalandırıp başkalarının eline vereceğiz üçgenle kareyi.
…
İşte tarihten bir türlü çıkaramadığımız bir başka ders de hep bu çöküşlerin ertesi günleri.
Bir taraftan günahkarı ararken, diğer taraftan yeni senaryolar,A’dan Z’ye planlar…
Dönüp dolaşıyoruz aynı yere.
Usanmıyoruz da helal olsun.
Tutturmuşlar elimize bir topuz, habire birbirimizin kafasına vuruyoruz,oyalanıyoruz.
İlhak, KKTC, ambargolar, izolasyonlar..
Oysa sanki unuttuk Talat-Erdoğan telefon kaydını.
Ne diyordu Erdoğan Talat’a 2004 referandumu sonrası?
“-Devlet mevlet işini hiç biz dile getirmeyelim…yani iki devlet olarak tanımanız lazım, şudur budur… ilk etaptaki olayımız ambargolar…”
Peki ne oldu? Ne ambargo, ne tanınma.
Bundan sonra da olmayacağını biliyoruz.
Kıbrıs’ta hiçbir parametre değişikliği hem Rum, hem Türk tarafının mutabık kalmaması helinde gerçekleşemez. Ne birleşme, ne taksim. Kıbrıs Çözümü’nün temel ilkesi de budur. Hatta bugünlerde çokça bahsedilen müzakerelerin BM parametrelerinin dışına çıkmasına da kimse tek başına karar veremez. Aynen Kıbrıs Cumhuriyeti’nin AB’ye girişini Rumlar tek taraflı gerçekleştiremediği gibi. Türkiye Cumhuriyeti 1994’te Gümrük Birliği’ne karşılık Kıbrıslı Rumların AB’ye girişine onay verdiğini unutmamak lazım.
İlhak martavalı için ise; bütün Kıbrıslılar biraraya gelip Türkiye’ye bizi size bağlayın diye yalvarsa, anavatanları oralı bile olmaz. Sırrı Süreyya Önder’in tabiriyle Türkiye’nin kalınbağırsağına çevirdikleri KKTC’yi kendi yasal mevzuatlarının içine sokmak oldukça aptalca olurdu. Uluslararası bedelden hiç bahsetmiyorum.
Uzun lafın kısası bu adanın kaderinin birleşik bir Kıbrıs olduğudur ve bunun dışındaki alternatifler bizi oyalayıp kalın bağırsak faaliyetlerimizi yerine getirmeye devam etmemiz demektir.
Bunun aksi için dağılan ilişkilerin toparlanması ve yukarda bahsettiğimiz bir geçiş sürecinin bu kez ortak akılla hazırlanması gerekiyor.
Ve tabi ki tüm tarafların artık üçgenle kareyi birleştirmeden vazgeçip yeni bir geometrik şekli keşfetmeleri…