Hamas militanlarının adeta izleyenlerin, “bunların IŞİD’ten farkı yok!” şeklinde düşünmeleri için elden geleni yaptığını görüyoruz.
Hamas militanları bunu, gerek kullandıkları dille ve gerekse sivillere karşı takındıkları vahşi tavırlarla açıkça ortaya serdiler. Gerek kullanılan dille, gerekse sergiledikleri eylem şekilleriyle “Yahudi düşmanlığı” kusuyor Hamas.
İsrail ise, Hamas’ın tersine, saldırılardan Hamas’ı (tüm Filistinlileri değil) sorumlu tuttuğunu, hedefin Hamas (tüm Filistinliler değil) olduğuna sürekli vurgu yapıyor, sivillerin zarar görmemesi için Gazze’yi terketmesi önerisinde bulunuyor, diğer bölgelerde yaşayan Filistinlilere karşı (en azından şimdilik) topyekün bir saldırı başlatmıyor.
Gerek Hamas’ın, gerekse de İsrail devletinin bu tavırlarının “taktiki tavırlar” olduğunun ve “gizli amaçlar” içerdiğinin görülmesi gerekir. Hamas, vahşetini gizleme gereği duymadan, hatta bilerek abartarak İsraillilere korku salmayı hedefliyor olabilir, yani “psikolojik üstünlük” elde etme amaçlıyor olabilir. Ama bu arada, nerdeyse tüm dünya kamuoyunun tepkisini çektikleri ve dünya kamuoyunun büyük oranda “İsrail bunlara ne yapsa mustahaktır!” moduna sokulduğu dikkatlerden kaçmamalı.
Yoksa, amaç zaten bu mu?
Diğer yandan, İsrail devletinin sivillere, yaşlı ve çocuklara karşı yıllarca sergiledikleri vahşet bilinmiyormuş gibi, masumu, insancılı ve hatta mazlumu oynama taktiği, Gazze halkına karşı sergileyecekleri vahşeti mazur gösterme amaçlıdır diye düşünüyorum.
Yani, İsrail’in kullandığı bu taktik bir yandan “çalacağı minarenin kılıfını önceden hazırladığının”, diğer yandan ise bu kılıfın büyüklüğü sergileyeceği vahşetin büyüklüğünün ve vehametinin göstergesidir bana göre.
Hamas bilmiyor mu ki, İsrail devleti rüzgarı arkasına almışken, Hamas’ın “rehine taktiğine” prim vermeyecek? Biliyor… Hele de, Natenyahu yönetimi bu denli zordayken, devlet prestiji bu denli sorgulanır duruma düşmüşken “gözünün kararacağını” da biliyor olmalıydı Hamas yönetimi…
Bu durumda insanın aklına ister istemez “komplo teorileri” düşüyor.
Ortaya çıkan ve bütün Ortadoğu’yu girdabına alma ihtimali olan bu savaş durumu Hamas’ın ve Natenyahu yönetiminin de dahil olduğu bir senaryonun parçaları mı acaba diye düşünmeden edemiyorum.
Öncelikle, Hamas “yutamayacağı bir lokma” atmıştır ağzına. Yani, böylesi bir saldırıyla İsrail devletini işgal ettiği topraklardan çıkaracaklarını düşünüyor olamazlar. Çünkü, herşeyden önce, askeri güçleri buna yetmez. Güçlerini artırmak için diğer Filistin güçleriyle birlik olmaları gerekmez miydi? Tersine, birlik olunmaması için her çabayı göstermişlerdir. Ya uluslararası destek? Büyük güçler bir yana, Arap devletlerinin çoğundan dahi destek alamaz durumdadırlar. İran bile, “Hamas’ı destekliyoruz ama, harekattan haberimiz yoktu” demek durumunda kalmıştır. Erdoğan ve Rusya da ateşkes çağrısı yapmanın ötesine geçememişlerdir. O zaman kime güveniyor Hamas? “Allah’a!” diyecek herhalde bazıları. Ama, Hamas bile böyle düşünmüyor bana sorarsanız. Allah’a inanan ve güvenenlerin bu işleri Allah’a havale etmesi gerekmez mi? Biz yoksullara sürekli bunu tavsiye etmiyorlar mı?
O zaman, gerçekten kime güveniyor Hamas?
Hamas, tıpkı Işid gibi, El Kaide gibi, Taliban ve Boko Haram gibi dini yapılar emperyalizmin direk veya dolaylı hizmetinde olan tetikçi provokasyon teşkilatlardır.
Suriye, Afganistan veya Afrika halklarının çıkarlarını ve mücadelelerini bu tür islami örgütlerin çıkar ve mücadelelerine eşitlemek ölümcül bir yanılgı değilse, halkların mücadelelerine ihanettir.
Peki ya İsrail?
Günümüz İsrail devletinin emperyalist dünyanın, özellikle de ABD emperyalizminin başını çektiği “batı emperyalizminin” sadık bir bileşeni ve “jandarması” olduğunu bilmeyen yoktur herhalde.
İsrail, imkanını bulsa tüm Filistinlileri kovup topraklarına el koymaya hazırdır. Ama, bunun bugünkü konjonktürde çok da mümkün olmadığını biliyor ve şimdilik, hedeflerine mümkün olan en yüksek derecede hizmet edecek bir anlaşmayı Filistine dayatma gayreti içindedir. Tıpkı TC devletinin Kıbrıs’ta sergilediği sömürgeleştirme politikaları gibi, İsrail de hedefine adım adım yürümektedir. Ve aynı şekilde, ABD bloğunun desteğini sürekli yanında hissetmektedir. ABD başta olmak üzere tüm müttefik güçler İsrail’e tam desteklerini açıklamış durumdadırlar.
Diğer yandaysa, Çin ve Rusya etrafında toplanmaya başlayan devletler ise, şimdilik açıkça taraf belirtmekten kaçınsalar bile, ateşke çağrısı yaparak İsrail’in Gazze harekatını önlemeye ve 1967 noktasına geri dönülmesi çağrısında bulunarak, bu yeni savaş dalgası sonunda İsrail’in elde edeceği yeni üstünlüğü engellemeye, engelleyemezlerse reddetmeye hazırlanıyorlar.
Kimsenin, ne ABD bloğunun, ne de Çin-Rus bloğunun Filistin ve İsrail halkları diye bir kaygıları yoktur. Onların kaygıları dünyanın bu yeniden paylaşımında hangi parçaları kendilerine dahil edecekleri ile sınırlıdır. Türkiye devleti de öyle; TC devletinin de ne Filistin halkı, ne de İsrail halkı umurundadır. Onun tek kaygısı, bu durumdan nasıl yararlanacağı ile sınırlıdır.
Tüm bunlardan benim çıkarabildiğim en başta gelen noktaları sıralayacak olursam, şöyle olabilir:
- Uzun süredir tek kutuplu olarak yönetilen dünyamız, artık çift kutuplu bir hal alma sürecini, dolayısıyla da ilişki ve çelişkilerini yaşamaktadır.
Bu kutuplardan birinin başında ABD, diğerinin ise Çin bulunmaktadır.
- Bu iki kutuplu ortamdan birine henüz tam anlamıyla dahil olmamış, ama süreç içinde dahil olmak zorunda kalacak bir dizi devlet var. Bir yandan, kutupların başını çekenlerce bu devletlere baskı yapılırken, diğer yandan da bu devletler bu durumdan yararlanarak pay kapma gayreti içindedirler.
- Bu iki kutup, şu veya bu şekilde tüm dünyayı paylaşmış olduklarından, statükoda ortaya çıkacak en küçük değişiklik ikisini de alakadar etmekte ve karşı karşıya getirmeye başlamıştır (Suriye, Ukrayna, Karabağ ve son olarak da İsrail-Filistin).
- Bu durum, bu iki kutbu ve dolayısıyla da tüm dünyayı yangın yerine çevirmeye aday bir durumdur. Dünyayı anlaşarak bölüşmeyi beceremezlerse, savaşarak bölüşmeleri kaçınılmaz olacaktır. Çünkü, emperyalist sistem bütün “cephanesini” tüketmiş durumdadır. Yapısal sorunları gereği üretici güçleri geliştiremez durumdadır. Tersine, onları var olan seviyelerinin de gerisine çekmekle meşguldür; işsizlik, yoksulluk, yozlaşma ve yıkım dışında bişey vadedemez durumdadır. Yani, emperyalist sistem hem ekonomik, hem de siyasi ve sosyal olarak iyice çürümüş, gömülmesi şart olan bir çürük ceset haline gelmiştir ve gömülmediği sürece bu çürümüşlüğü tüm insanlığı da çürütmektedir.
Burjuva sınıf demokrasidemokrasi alanında da sıfırı tüketmiştir. Burjuvaların temsili demokrasisi tam bir sahtekarlık haline gelmiştir. Ulusal bağımsızlık gibi, demokrasiyi sağlamak da komünistlerin görevleri arasındadır artık. Gerçek demokrasiyi yani kararlarda kitlelerin aktif ve doğrudan katılımını sağlayabilecek doğrudan demokrasiyi hayata geçirebilecek tek sınıfın işçi sınıfı ve onun yönettiği sosyalist sistem olduğu tartışılmaz bir erçek olarak karşımızda durmaktadır.
- Bu durumda ne yapmalı sorusu çıkıyor karşımıza.
Evet, ne yapmalıyız?
Durum tespitiyle işe başlamakta yarar var bana sorarsanız. Yani, komünistler durumunun gerçekçi bir tespitiyle başlamalı işe. Dağınık kafaların, 1953 sonrası SSCB ve Halk Demokrasisi ile diğer devrimini yapmış ülkelerde ortaya çıkan durumların sebeplerini ve bu emperyalizme teslim oluşun yarattığı moral bozukluğu ve dejenerasyon batağından nasıl temizleneceğine kafa yorulmalı.
Bugünkü durumda, bırakın devrime önderlik etmeyi, işçi kitlelerine bile önderlik edecek durumda olunmadığının farkına vararak, ucuz kahramanlıklara kalkışmamalı, solcu lafazanlıklardan uzak durulmalı. İşçi kitleleriyle her düzeyde ilişkileri artıracak, komünistlere güvenlerini geliştirecek çalışmalar içine girmeli, mümkün olan her türlü reform mücadelelerine katılmalı, destek olunmalıdır.
Bir yandan yerel ve ülke çapında örgütlenmeye çabalarken, bir yandan da uluslararası ilişkiler kurmaya, var olanları geliştirmeye gayret edilmelidir.
Yaklaşmakta olan savaş tehlikesine karşı sürekli kararlı bir karşı duruş sergilemeli, emperyalizm ve faşizme karşı propaganda faaliyetleri yürütülmelidir.
Her türlü fırsatı değerlendirerek emperyalist sistemi teşhir etmeli, kitleleri emperyalist propagandalardan korumaya dönük çalışmalar yürütülmelidir.
Emperyalist sistemin toplumlar tarihinin sonu olmadığı bilinciyle, hem ekonomik hem de sosyal ve siyasal alternatifin var olduğu bilinciyle, komünizmi, sınıfsız bir dünya düzenini, gerçek demokrasi olan doğrudan demokrasiyi yaşama geçirmek için tüm olanakların mevcut olduğunu kavramalı ve işçilere kavratma mücadelesi içine girilmelidir.
Emperyalizmin çürümüş, kokuşmuş cesedi mutlaka gömülecek, sınıfsız dünya, doğrudan demokrasi mutlaka elde edilecektir!