Yaklaşık bir ay sonra Yerel Yönetim Organları (Belediye Başkanlığı, Belediye Meclis Üyeliği ve Muhtarlıklar) için seçim var.
Seçim dendi mi, ilk akla gelen şey “müdahale” oluyor artık bu coğrafyada.
“Müdahale” edilen ve Akıncı’nın kaybetmesi, Tatar’ın kazanmasının sağlandığı son seçimlerin ardından “müdahale” çok daha fazla ve sistemli bir şekilde tartışılmaya başlandı.
Önümüzdeki Yerel Yönetim Organları seçimlerine de müdahale edileceği kaygıları hakim. Hatta, CTP Genel Başkanı Erhürman, “müdahale edilirse…” şöyle yaparız, böyle yaparız gibi cümleler kurmuştu bir süre önce…
Nitekim, Mağusa’daki 2 bağımsız adayın adaylıktan çekilmesi “müdahale edildi” diye yorumlanıyor, Erhürman’ın ve CTP’nin sözünde durup, şöyle-böyle yapıp yapmayacağı bir yana, öncelikle netleştirilmesi gereken bazı sorular var.
Birinci soru;
Kimdir bu müdahaleleri yapan?
Aslında cevabını çok iyi bildiğimiz bir soru bu, ama gene de sormak ihtiyacı duyuyoruz nedense…
Evet, kimdir bu müdahaleleri yapan? Türkiye Cumhuriyeti Devleti, değil mi?
Kimine göre TC Devleti değil, AKP-MHP hükümeti ve hatta “tek adam” Recep Tayyip Erdoğan’dır müdahaleleri yapan.
Yapmayın, etmeyin ne olur! Hem Erdoğan ve AKP’nin devleti ele geçirmesinden dem vuracaksınız, hem de iş müdahalelere gelince devleti aklayıp, müdahaleyi “tek adama” maledeceksiniz…
O zaman, size bir tavsiyemiz olacak; geriye dönüp siyasetin abc’sini baştan çalışın!
Çünkü, müdahaleler TC Devleti’nin Lefkoşa Büyük Elçiliği, askeri ve sivil kuruluşları eliyle veya “oluruyla” gerçekleştiriliyor. Siz hiç, müdahalelere Lefkoşa Büyük Elçiliği’nin karşı çıktığını, engel olmaya çalıştığını gördünüz mü?
Kısacası, müdahalelerin esas sahibi Türkiye Cumhuriyeti Devleti’dir.
İkinci soru;
Türkiye Cumhuriyeti Devleti bu müdahaleleri neden yapmaktadır?
Çünkü, TC’nin devlet olarak çıkarları ile Kıbrıs Türk halkının çıkarları bir ve aynı değildir. Müdahale edilmeyip, Kıbrıs Türk halkının kendi iradesiyle hareket etmesine müsaade edilse, işler TC’nin işine gelmeyecek noktalara gidebilir.
Burjuva toplumlarda “yönetme” güç işidir. Para gücü ister, askeri güç ister. Başka türlü yönetemezsiniz toplumu…
Kıbrıs Türk halkını, dolayısıyla da Kıbrıs’ın kuzeyini yönetmeye aday başkaları da var; Kıbrıs Cumhuriyeti var, Avrupa Birliği var. Fırsatını bulsalar yapacaklar. Bu nedenle, yönetim işi öyle “demokratik seçimmiş”, “halk iradesiymiş” gibi “ütopik” yaklaşımlarla olmaz diyor Türkiye Cumhuriyeti Devleti. Yani, “eşşeğini sağlam kazığa bağlamak” durumundadır. “İp” bir gevşedi mi, nerelere gidileceğinin garantisi yok.
Peki ama, Türkiye Cumhuriyeti Devleti, bağımsız bir cumhuriyet olduğu iddia edilen KKTC’nin iç işlerine müdahale hakkını nerden buluyor?
Üstte yazdık, tekrarlayalım; “yönetme” güç işidir. Para gücü ister, askeri güç ister.
KKTC’de kullanılan para kimin parasıdır? Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin. Sadece birimi değil, değişim aracı olarak bizzat paranın kendisi de Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin değil mi? Öyledir, çünkü KKTC ekonomisini de, maliyesini de belirleyen gene Türkiye Cumhuriyeti Devleti’dir.
Peki, KKTC’de konuşlanan askeri güç kimin komutası altındadır? Sadece, KTBK adı altında konuşlanan ve direk Türkiye Genel Kurmay Başkanlığı’na bağlı ordudan bahsetmiyorum. Aynı zamanda, sözde KKTC’nin kendi ordusu olduğuna inanılan GKK da aslında Türkiye Genel Kurmay Başkanlığı’na bağlıdır. GK Komutanı’nı belirleyen de Türkiye Genel Kurmay Başkanlığı’dır ve emirlerini de buradan almaktadır.
Sadece askeri güçler de değil, polis ve itfaiye bile GKK aracılığıyla Türkiye Genel Kurmay Başkanlığı’na bağlıdır.
Anlayacağınız, Türkiye Cumhuriyeti Devleti 48 yıl önce gerçekleştirdiği işgal ve istila hareketine dayanarak Kıbrıs’ın kuzeyinde her alanda hakimiyetini inşa etmiş durumdadır.
KKTC Devleti nedir o zaman?
KKTC Devleti Kıbrıs Türk halkını ve dünya kamuoyunu kandırmak ve Kıbrıs’ın kuzeyini Türkiye Cumhuriyeti Devleti adına ve hesabına yönetmekten başka bir anlam taşımıyor.
Aynı şekilde, Kıbrıs’ın kuzeyindeki “demokrasinin ve seçimlerin” anlamı ne o zaman? diye de sorulabilir.
Seçimler demişken, sadece parlamento seçimlerinden ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden bahsetmiyoruz elbette. Aynı şekilde, Yerel Yönetim Organları seçimlerinden de bahsediyoruz. Yani, Belediye Başkanlığı, Belediye Meclis Üyeliği ve Muhtarlık seçimlerinden de sözediyoruz.
Öncelikle şunu, bir kez daha vurgulayalım; Türkiye Cumhuriyeti Devleti KKTC’yi sadece merkezi yönetim organları aracılığıyla değil, aynı zamanda da yerel yönetim oranları, yani belediyeler ve muhtarlıklar eliyle de yönetiyor.
Yönetmek güç işidir demiştik ya, bu aslında siyasal güç işidir de…
Yani siz, bir yandan ayrı bir “entite” olarak var olmayan bir devleti, varmış gibi göstermek zorunda olacaksınız, diğer yandan da, ayrı bir “entite” olarak hareket etmesine engel olacaksınız…
Kolay değil tabi, “zırt pırt” müdahale etmek zorunda bırakır adamı bu tür ilişkiler…
Türkiye Cumhuriyeti Devleti de bunu yapıyor işte; kendi kurduğu ve kendine hizmet eden KKTC’ye her anlamda müdahale etmek zorunda kalıyor…
(Demokrasi ve seçimler demişken, bizim ve “boykotçu” dostlarımızın bu seçimler karşısındaki pozisyonlarını da ele almak lazım aslında. Ama, bu konuyu geçmişte çok defalar ele aldığımızdan ve bu yazımızı gereğinden çok büyütmeye sebep olacağından detaylandırmayacağız. Ama, en azından, hazır “demokrasi ve seçimler” demişken, bazı partilerimizin neden bazı seçimlere katılıp, bazılarına katılmadıklarını ve “demokrasi olmayan, devletin göstermelik olduğu yerde” seçime katılınmaması, “boykot” edilmesi gerektiği yönündeki düşüncelerini etraflıca ele almak üzere bir başka yazı hazırlamak durumunda olduğumuzu söyleyelim.)
Ve, böylece geldik üçüncü sorumuza;
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin müdahaleleri yeni mi?
Kimilerine göre bu müdahaleler 2020 Cumhurbaşkanlığı seçimleriyle başlamıştır. Bu, aslında aksinin kanıtlanmasına bile gerek olmayacak denli yanlış bir iddiadır. Çünkü, bu iddianın sahipleri geçmişte bir sürü müdahalelerin yapıldığını iddia etmiş partilerdirler…
Hatta, 1974 öncesi gerçekleştirilmiş müdahaleler (Berberoğlu’nun adaylıktan çektirilmesi) vardır mesela…
1974 askeri müdahalesi, Kıbrıs’ın iç işlerine karşı gerçekleştirilmiş müdahalelerin anasıdır. Ardından KTFD’nin ve daha sonraları da KKTC’nin kuruluşu da Kıbrıs Türk toplumunun iradesine karşı girişilmiş müdahalelerdi.
Kısacası, 1958’lerden başlayarak Türkiye Cumhuriyeti Devleti Kıbrıs Türk halkını ve oluşturulan yönetim mekanizmalarını yöneten güç olmuş ve gerek duyduğu müdahaleleri yapagelmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti Kıbrıs Türkhalkına ve yönetim mekanizmalarına yaptığı müdahaleleri hep “solculara” karşı mı yapmaktadır? Bu soruya “evet” yanıtı verecek olanlar çoğunluktadır herhalde… Ama çoğunluk her zaman doğru anlamına gelmez!
Örneğin, “sağcılığı” tartışılmaz olan Dr. Küçük’ün, gene “sağcılığı” tartışma kaldırmayan Rauf Raif Denktaş lehine adaylıktan men edilmesi ve edilen laflar arşivlerde yerlerini almışlardır.
Sanılmasın ki, sadece ikisi de “sağ” oldukları için yapılmıştır o müdahale. Örneğin, 2005 yılında “sağın” adayı R.R. Denktaş, “solun” adayı M. A. Talat lehine adaylıktan men edilmiştir ve Denktaş bunu, “Türkiye’ye rağmen aday olmam!” diyerek izah etmişti topluma…
Bu tür müdahaleler sadece “aday yaptırmama” şeklinde yapılmıyor elbette. Mesela, 2015 seçimlerinde ve sonrasında da 2020 seçimlerinde de müdahaleler oy kaydırma şeklinde yaşanmıştır. Birincisinde “sol” aday Akıncı’ya, ikincisinde “sağ” aday Tatar’a…
Burada, “sağ” ve “sol” kavramları da tartışılmalıdır elbette ama, belki başka bir yazıda…
Ama, şu kadarı vurgulanmalı; Türkiye Cumhuriyeti Devleti açısından “sağ” ve “sol” değil, çıkarlarının gerçekleştirilmesi ve sağlama bağlanması önemlidir.
Tıpkı, Kisinger’in Türkiye için söylediği gibi; “Türkiye’de komünizm isteniyorsa, onu da biz kurarız!”
O zaman, sonuç;
Üç soruya verdiğimiz yanıtlardan da anlaşılacağı üzere, Türkiye Cumhuriyeti Devleti Kıbrıs Türk halkının iradesini, ta 1958’lerden itibaren gasbetmiş olup, sürekli müdahalelerle toplumun yaşamını ve geleceğini şekillendirmektedir
Bu durumda Kıbrıs Türk aydınına, devrimcisine ve solcusuna düşen görevler nelerdir?
Bu görevlerin başında, işimize gelen müdahalelere ses çıkarmamak ve hatta zemin hazırlamak olmamalıdır. Böylesi müdahalelere ses çıkarmayanların, gün gele “müdahale var!” diye feryatlarını kimse samimi bulmaz.
Bir diğer görev, sadece Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin müdahalelerine karşı mücadelenin yeterli olmadığını bilerek, özellikle Avrupa Birliği kaynaklı potansiyel müdahalelere de karşı olmalı, Kıbrıs Türk halkının bağımsız iradesini baş tacı yapmalı.
Ve, son olarak, irademize müdahalelerin son bulabilmesi için Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin NATO’nun yardım ve yönlendirmesiyle ülkemizi işgal ve istila etmesine karşı ilkeli ve anti emperyalist zemine oturmuş bir mücadele örmeliyiz.
Bu görevi başaracak “devrimci bir muhalefet” hattını örmek en acil görevdir.
Aksi durumda, müdahalelerden söz etmek lafazanlıktan öteye bir anlam içermeyecektir!