Serbest piyasa düzeni serbest bir sömürü ve talan etme düzenidir. Özellikle böylesi kriz dönemlerinde bu özellikleri apaçık karşımıza çıkmaktadır. Bizi saran ve yaşama potansiyelimizi tüketen kriz de aslında bu düzenin doğal bir getirisidir. Bir yanlışlık veya işlerin kötü gitmesinden kaynaklı değil, tam tersi mevcut düzenin yasalarına içkin olarak gelişip kendisini somutlaştıran bir yasa gibi.
Ne yazık ki krize karşı önlem niteliğindeki tüm öneriler veya kararlar da bu sistemin sınırlarını aşamıyor. Sınırlarımızı ve siyasal-varoluşsal ufkumuzu verili çizgiler içerisinde tuttuğumuz sürece, tüm tartışmalar kısır bir döngü niteliği taşıyacak. Aynen bugün yaşandığı gibi. Sosyal medya ve sokak sadece şikayet eden, yakınan ve kararları ‘kınayan’ kederli varoluşlarla dolu. Yaşadığımız öfkeyi ve kızgınlığı yaratıcı bir potansiyele dönüştürme aklımızın ucundan bile geçmiyor. Çünkü kınamak veya şikayet etmek sadece kolaycılığa kaçmak değil, aynı zamanda içine kendimizi hapsettiğimiz konformizmi de besleyen bir varoluş biçimi, bir şey olmama, olamama durumu. Fakat kriz ilk önce alışkanlık edindiklerimizi ve içinde yaşayan ölülere dönüştüğümüz konformizmimizi yaralar.
Toplumsal seferberlik retoriği klasik bir iktidar retoriğidir. Genelde de olan yoksul kesimleri daha da yoksullaştırıcı uygulamaların hayata geçmesi ve çeşitli kısıtlamalardır. Bir yönetişimsellik retoriği olarak da yukarıdan aşağıya uygulanan bir dayatmalar bütünüdür. Örneğin kriz diye göçmen işçilerin ücretlerinden %5’lik bir kesinti yapabilirsiniz. Bunun da adını ‘eğitime katkı’ olarak isimlendirirsiniz. Fakat büyük şirketlerin vergilerini arttırmak veya onlardan kesinti yapmak aklınıza gelmez.
Toplumsal seferberlik retoriği son 3-4 aydır dillendirilmekte ve yukarıdan aşağıya bir şekilde mümkün kılınacağı yanılgısına düşülmekte. Kim düşüyor bu yanılgıya? Hükümet edenler. Belli başlı yaptırım ve kararlarla günü kurtarmaya yönelik manevra alanları yaratılabilir. Fakat dalga dalga gelen kriz sadece ekonomik olarak rakamları vurmuyor, tüm bir toplumun varoluşuna dair müdahaleleri ve kısıtlamaları içeriyor. Dolayısıyla buradaki mesele ‘devletli’ düşünceden de artık vazgeçilip aşağıdan, yataylıklar içeren yeni üretim, yönetim ve paylaşım ağları kurma meseledir. Serbest piyasanın sınırları içerisinde kaldıkça boğulmaya devam edeceğiz.
Serbest piyasayı kurtarıcı önemler yerine alternatif üretim-paylaşım ve dağıtım mekanizmalarını kuramadığımız sürece tartışma sadece ‘denetim’ veya ‘alım gücünü koruma’ eksenli tartışmalarla geçecek. Bugün askeri kantinler %30 vergi muafiyeti olduğundan dolayı son bir haftadır pahalılaşan ve sosyal medyada paylaşılan ürünleri çok daha ucuza satmaktadır. Eğer bu vergi indirimleri militarist bir kuruma olabiliyorsa, halkın yaşamını devam ettirmesi için gerekli alternatif kurumlara da olabilir. Eğer kaygı, halkın yoksullaşmasını engellemek, refah düzeyini korumak vs ise kar amacı gütmeyen, ciddi bir vergi muafiyeti olan üretim-paylaşım ve dağıtım kooperatifleri oluşturmak için kolları sıvamaktır. Devletin tek merkezden yapacağı müdahaleler sadece günü kurtarmaktır, o da tartışmalı olarak. Halbuki bu koşullarda krizin devam edeceğini öngörerek kooperatif tarzı alternatifleri hayata geçirilmelidir.
Kendimize dürüst olmamız gerekmektedir. Kıbrıslı Türklerin, ama özellikle de geleneksel orta sınıf ve onların sağladığı kolaylıkla geçinen nesillerin hayatı oldukça rahata, konformizme ve hazıra batmış durumdadır. Bu sadece pasif ve asalak bir varoluş karakteri değil, aynı zamanda bir çeşit öznellik üretimi olarak potansiyelsizlik ve yaratıcı olmayan bi hayat anlamına da gelmektedir. Burada kastım insanları suçlamak değil. Fakat bu durum yaratılan yapının olduğu kadar o yapıyla barış içerisinde geçinip fayda ilişkisi kuran kesimleri bağlamaktadır. Çünkü sistem denen mekanizma aşkın ve soyut bir makine değil, bizzat bedenlerimizin üzerinde ve bedenlerimizle birlikte varlığını sürdüren, üreten canlı bir organizmadır. Hiç kimse durduk yerde içinde bulunduğu durumu değiştime veya dönüştürme istemeyebilir. Fakat içinde bulunduğumuz durum da mutlak ve ebedi değildir. Kriz sadece güvencesizleri veya özel sektör emekçilerini değil, orta sınıfları da vuracak. Daha önce ifade ettiğim gibi, orta sınıflar bu krizle baş etme potansiyeli anlamında daha avantajlıdır. Fakat güvencesizler kriz olmadığı durumlarda dahi hayatla baş edebilme potansiyelinden neredeyse mahrumdur. Bu bakımdan orta sınıfın, özellikle de sendikalarının bu kriz döneminde güvencesizlerle dayanışabilecek yöntemler üretmeleri, en azından buna açık olmaları ülkemizdeki emek hareketi açısından önemlidir.
Kriz yaşayan toplumlar, krizle baş edebilme yöntemlerini de geliştirebilen ve buna açık olan toplumlardır. Eğer sadece şikayet veya kınama gibi keder ve pasif duygular üreten bir konuma hapsolursak, ekonomik kriz aynı zamanda etik ve moral anlamda da bir çürüme krizi olarak yaşanacak. Burada bizlerin, sıradan yurttaşların, orta sınıfların, emekçilerin ve güvencesizlerin yapması gereken yaratıcı potansiyellerimizi devreye sokarak krizle baş edebilme yöntem ve araçlarını keşfetmek ve hayata geçirebilmektir. Bu da artık gittikçe unutulan dayanışma ve paylaşma değerleri ile olur. Mahalle veya bölgesel meclisler kurup krizin hayatlarımıza etkisini azaltacak alternatif üretim, paylaşım ve dağıtım ağları oluşturmayı, dayanışma kolektifleri kurmayı, gerekirse takas pazarları organize etmeyi hayal etmeliyiz. Krizle baş edebilen toplumların dayanak noktalarından biri de kooperatif ağları ve dayanışma mekanizmalarıdır. Kıbrıslı Türklerin geçmişinde de kooperatifçiliğin önemli bir yeri vardır. Fakat günümüzde artık kooperatifler de şirketler gibi yönetilmeye ve işletilmeye başlandı. Bugün tam da ihtiyacımız olan dayanışma ve paylaşma değerleri çerçevesinde kooperatifçiliğin önemini yeniden hatırlamak ve bu tarz deneyimleri hayata geçirmektir. Eğer alternatif ağlar ve kooperatifler zincirleri kurmaz isek büyük şirketlerin süpermarketlerinde gördüğümüz ve hayretlere düştüğümüz fiyat etiketlerini paylaşıp göz yaşı dökmekten başka bir hayat seçeneği olmayacak. Eğer hayatlarımız yaşanamaz hale gerekiyorsa, yeni bir hayat kurmanın vaktidir. Eğer bir toplumsal seferberlik ihtiyacı varsa, bu ihtiyaç tam da burada düğümlenmektedir.